Günaydın, yatağın boş kalmış soğuk yeri. Günaydın, her sabah giymediğim için kızdığı panduflar. Günaydın, her sabah beraber baktığımız ayna. Sorma artık "gelmeyecek mi diye?" Günaydın, hep beraber olacakmışız gibi yaptırdığımız ikinci lavabo. Günaydın, tek başına kalmış diş fırçası. Günaydın, her haftasonu ona getirdiğim kahvaltı tepsisi. Günaydın, beraber aldığımız herşey. Günaydın, artık üzerime doğmayan güneş. Günaydın, yapayalnız kalmış ben. Günaydın, herşeyim olan...
Her sabah olduğu gibi erkenden kalktım. Yatak yokluğuna alışamadı, sürekli dürtüyor beni, hem gece hem sabah... "Nerede o?" diye sorup duruyor sürekli. "Neden gelmiyor artık? Neden yatmıyor benim üzerimde? Rahat değil miydim? Küstü mü bana? O yatmıyorsa niye sen yatıyorsun? Gitsene yanına. Ne işin var burada? Git hadi. Uyutmam seni o yokken burada." diyor her gece. Uyutmuyor gerçekten de... Sen yokken yatağın beni uyutmuyor. Yeni bir tane almalıyım galiba. Seni tanımamış, yeni bir tane. Bana aldığın panduflar hep ıslak... Onlarda aynı ağızdan: "Bizi sana alan nerede. Onun ayaklarına basıp öptüğünü hatırlıyoruz. Niye basmıyorsun artık. Kızdığında kafasına atardın bizi tıpkı bir annenin terlik atması gibi. Hep ıskalardın. Ama biz yakmak istemezdik onun canını. Eğer çok kızdıysan ıskalamana, tekrar at karışmayacağız bu sefer" diyorlar. Ayna vardıya, küçük olmasına rağmen hiç değiştirmediğimiz. İkimiz birden önüne geçmek için kavga ederdik, en sonunda kazanan hep ben olurdum. "Hile yapıyorsun, öpmek kurallara aykırı." derdin öncesinde öptüğüm dudaklarına yerleşmiş tebessümle. Sen öpücüğümü kazanırdın ben ise makyaj yapabileceğim bir ayna. Rujumu en son sürerdim senin tıraş olmanı, yüzünü yıkamanı beklerdim. Sen kuruladıktan sonra yeni sürülmüş rujumla öperdim yanağından. Dudaklarım bırakırdı izini, parmağımızdaki yüzüklerin dediğini derdi "O bana ait..." Sen evden çıkasıya kadar silmezdin onu. Hatırlıyor musun bir keresinde unutmuştun yüzünü yıkamayı da yanağında ruj iziyle çıkmıştın dışarı. Akşam eve geldiğinde sokaktaki herkesin sana baktığını ve işe gittiğinde arkadaşlarının dalga geçtiğini anlatmıştın. Nasılda gülmüştük birbirimizin kollarında.
Her sabah özlüyorum işte o aynaya baktığımda. Makyajımı sen olmadan yapıyorum, beni rahatsız eden aşık olduğum adam olmadan. İkimize yetmeyen ayna bana büyük geliyor artık. Onu kullanmak için ne hileye başvuruyorum ne de duyduğum en güzel kelimelerin çıktığı o dudakları öpebiliyorum. Aynada kızgın bana. Beni bu halde görmekten bıkmış, bazen arkasını dönüyor. "Nerede o cıvıl cıvıl insanlar? Ben onları görmeyi çok seviyordum. O yanağında ruj iziyle karşıma geçip ona bakan, dokunduktan sonra yüzünde kocaman bir gülümsemenin ardından yüzünü yıkayan adam nerede?" diyor arkası dönükken. Kırık bir kalpten dökülen cümleleri, gözlerinden akan yaşları göstermemek için arkası dönük sıralıyor. Bana en çok kızan kim biliyor musun? Bu evde bana en çok kızan kim biliyor musun? Sen gittikten sonra bir kere bile kullanmadığım ikinci lavabomuz. Sen gittin diye değil kızması, kullanmıyorum onu diye. Tıpkı masanda duran laptopun, senin dışında bir başkasının oturmasına izin vermediğin sandalyen gibi... Diş fırçam "nerede benim arkadaşım?" diye soruyor. "Niye kaldırdın onu?" diye sitem ediyor. Kahvaltı tepsisi haftasonlarının yok olduğunu sanıyor hala. Özeniyorum ona... "Haftasonu daha gelmedi mi?" diye sorduğunda gözümden akan yaşlarla kafamı iki yana sallıyorum. O da ufak bir çocuğun masumluğunda susuyor. Her haftasonu sana getirdiğim kahvaltı tepsisi gibi zaman kavramını çözemememiş biri olmak isterdim. Belki o zaman anlamazdım ne kadar uzun bir süredir sensiz olduğumu, sessiz olduğumu... Tüm eşyalarımız seni soruyor; yatak, ayna, aldığın panduflar, lavabo, çalışma masan, laptopun, sandalyen, diş fırçası, kahvaltı tepsisi... Ben ise gözyaşlarımı dökerek cevap verebiliyorum onlara. "Gitti, yok artık o." diyemiyorum. Çünkü kabullenmek istemiyorum...
Senin gitttiğin gün yağan yağmurları sen görmemiştin. Gözyaşlarıma karışan gözyaşlarını sen bilmiyordun. Seni ilk gördüğümde de sırılsıklamdım, seni uğurlarkende... Yağan yağmurlar acımı sele katıp götürmek istedikçe ben daha sıkı sarıldım sana, tabutuna... Güneş diyor: "O toprağın altında benden mahrumken, ben senin üzerine doğmam" Minnet duyuyorum ona. Ben gözyaşlarımı akıtıyorum, o ise bulutların arkasına saklanıp ağlıyor...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder