Saat 01:23... En sevdiğin saat... 12:34'de de seni düşündüm yine. 12:45'de ve diğer tüm saatlerde, nefret ettiklerinde bile... Ben senin için bir saat gibiydim; nefret ettikleri ve sevdikleriyle dolu. Ama en çok nefret ettiklerinle...
Mesajlarla doldu telefonum; sana göndermek için yazıp o yeşil tuşa basamadığım. Biliyorsun eski kafalıyım hala geçmedim dokunmatik ekran telefona, tuşlara basmayınca yazmıyormuş gibi geliyor. Tıkırtı sesi hoşuma gidiyor. Aldığın tablet hala duruyor. Daktiloyla yazmaya devam ediyorum. İsminin baş harfi düştüğünde -Ne de çok basmıştım ona ismini yazarken- beraber gitmiştik tamir ettirmeye; oradaki amca "birbirinizi tamamlıyorsunuz, çok güzel bir çift olmuşsunuz" demişti. Kıpkırmızı olmuştuk ikimizde. Ben içimden gülüyordum, mutluydum çünkü. Sen ise kızıyormuşsun kendine. Neyse o amca öldü, sevinir misin, üzülür müsün bilemem ama ben çok üzüldüm. Beni sana yakıştıran tek insandı. Daktilom yine bozuk, ne mürekkebi kaldı ne de basacak tuşu. Ne satabiliyorum, ne de kullanabiliyorum... Daktiloyla nasıl yazıyorsun o zaman diyeceksin. Tablet'e daktilo aldım. Komik değil mi? Tıkırtı olmadan hayatın tıkırında gideceğine inanmıyorum.
Saati hala 06:54'e kuruyorum. Senden kalan bir lanet belki de... Tık, tık eden tek dijital saat deyip hediye etmiştin bana. Mutluluktan uçmuştum resmen, çünkü kuramıyorduk saati 06:54'e akrepli, yelkovanlı olanda. Kalkmıyorum artık o saatte. Senin kızarmış ekmeklerine sürülmüş tereyağının kokusu gelmiyor artık yatak odamıza. Ekmeklerin yanına yaptığın kahvenin kokusu da yalnız bıraktı. Ne ekmek var, ne kahve, ne de saatin beceremediğini yapan o güçlü kadın.
Aldığın cüzdan çantamda benimle geliyor her yere. Teşekkür etmiş miydim? Bozuk paralarım için kocaman bir yer ayrılmış cüzdan... "Kağıt paralar tıkırdamıyordu değil mi?" diyip elindeki poşeti uzatmıştın. Poşetten çıkarıp sana boş gözlerle baktığımda; "Ama bozuk paralar öyle mi? En büyük para onlar." diyerek cüzdanın geniş bozuk para cebini göstermiştin, ardından yanağıma konan öpücüğü hissetmiştim. Merak etme artık kimse kızmıyor, bozuk para ile alışveriş ediyorum diye. Bakkal alıştı, çırağı sokağın başında beni görünce hemen yanıma koşup bozuk paralarımı alıp geri dönüyor, beni beklemeden. Ben ağır ağır bakkala varıncaya kadar paranın yarısını saymış, beş liralara ayırmış oluyor. Ben alışverişimi tamamladığımda tüm parayı ayırmış, kasaya koymuş oluyor. Kalan parayı ise tıkırdatarak bana geri veriyor.
Sonra öğrendim; bu yöntemi onlara senin söylediğini. Ben bakkal buldu sanıyordum. Bir gün çırak yanıma geldiğinde "senin ustan çok zeki adam, kıymetini bil" dediğimde güldü, kahkahalara boğuldu çocuk. "Yok ağabey ne yaptın sen? Senin eski yavuklun dediydi bize böyle yapmamızı." dedi ve hızla bakkala geri döndü. Bakkalda para saymayı bitirince benim gelmediğimi fark etmiş de dışarı çıkıp yanıma geldiğinde beni kaldırıma çökmüş halde gördü, göz yaşlarımı gördü. Hızla geri gitti. Sen yokken bile beni düşünüyordun, çok sonradan anladım...
Ben senin için bir saattim; saatin akrebi, sen ise yelkovandın... Ben sana ulaşmak için çaba harcarken, hep benim yanıma geldiğini görmedim. Ben biraz olsun hızlı hareket etmek isterken, yanımda olduğun dakikaları fark etmedim. Ben hayatın tıkırında gitmesi için tik taklara ihtiyaç var derken, asıl ihtiyacımın sen olduğunu anlamadım...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder