11 Şubat 2013 Pazartesi

LİLİTH VE EVA’NIN HİKÂYESİ



Söylenişlerinde dahi ezgisel ögeler barındıran bu iki mitolojik imgeye, iki büyüleyici kadına sanıyorum günümüzde hiçbirimiz yabancı değiliz. Eva, bizim deyimimizle Havva; Âdem’in kaburgasından yaratılmış olan eşi, hayat arkadaşı, kadim dinlere göre kadın soyunun ilk temsilcisi. Âdem’ e itaat eden, yumuşak başlı. Sürülmeye hazır toprağa benzetilen ve daimi korumaya ihtiyaç duyan insan türü olarak tasarlanan Eva, inananlar için kadının özünü; inanmayanlar içinse bilinen kadın içgüdülerinin temelini simgelemektedir. Peki, Eva’nın varoluşundan çok daha önce bu hikâyede yer alan Lilith kimdi ve neden Eva’nın aksine daha derinlerde gizlenilmesi tercih edildi?

Eski bir Yahudi efsanesine göre Lilith, Âdem’in kendisi gibi topraktan yaratılan ilk eşi. Âdem’e boyun eğmeyi kabul etmeyen, ikisinin de topraktan yaratıldığı için eşit olduğunu söyleyen Lilith Âdem’in günlük hayattaki ve cinsel yaşamlarındaki buyruklarına uymayı reddeder -aktaran kişilerin vurgusuna göre bu öncelik değişebiliyor- ve Tanrı’nın söylenmesi yasak olan ismini söyleyerek cennetten sürülür. Dışlanmış bir hayat yaşamaya başlayan Lilith sürgünü sırasında cinler ve onların başı Şamael ile yolu kesişen Lilith onlarla ilişkiye girer ve onların çocuklarını doğurur.

Lilith sapkınlık olarak değerlendirilen yeni yaşamına kapılmışken Âdem cennette onu özlemektedir. Tanrı’dan onu geri getirmesini ister. Tanrı bu isteğin Lilith’in inisiyatifine kaldığını, ona Sanvai, Sansanvai ve Semangelof adlı üç meleği göndereceğini; fakat Lilith geri dönmeyi seçmezse her gün yüz çocuğunun öldürüleceğini söyler. Melekler teklifi Lilith’e götürür. Ancak Lilith buna şiddetle karşı çıkar. Ve her gün yüz çocuğunu bu uğurda kurban vermek zorunda kalır.


Lilith, duyduğu öfkeyle o günden itibaren Âdem’in soyundan gelen bütün çocukların düşmanı olmaya ant içer. Erkek çocukların ölümü doğumlarından itibaren ilk sekiz gün, kızların ise ilk yirmi gün içinde gerçekleşecektir. Onu uzak tutabilecek tek şey ise çocukların yanında bu üç meleğin isminin ya da suretinin bulunmasıdır. Bu yüzden günümüzde hala Lilith’in varlığına inanan toplumlar geceleri bahçeye bebek bezi asmaktan kaçınırlar. Bunun Lilith’e o evde bir yeni doğan olduğunu haber vereceğine inanılır. İslam dinine göreyse loğusalık döneminde yaşanan al basması yani loğusalık depresyonuna Alkarısı isimli bir cin sebep olduğu söylenir. Bu sebeple loğusa doğumdan sonraki kırk günü atlatmadan yalnız bırakılmaz.

Lilith’in ibret olsun diye anlatılan hikâyesi böyle sona eriyor. Hepimizin bildiği Eva ile az çok öğrendiğimiz Lilith’in yaşamının ise; yazıyı okumakta olan hemen hemen her kadını aynı soruda bir araya getirdiğini tahmin etmek güç değil: Evet bayanlar, biz hangisiyiz?

Günümüz kadınını belirli bir modele indirgemek oldukça zor. Özellikle bu modeller zamanın başlangıcında yaşamış eşi benzeri bulunmayan kadınlarsa. Konuya daha feminist yaklaşan arkadaşlar kendilerini Lilith’e benzetecek, toplumun geri kalan kısmındaki ezilen bayanlarımıza da Eva yakıştırmasını yapacaklardır. Kimsenin çıkıp ‘’Ben Eva’ya benziyorum.’’ yorumunu yapmayacağını biliyoruz, ancak; kendimizi tanımlarken bu iki kadını birbirinden ayrı tutmak sizce ne kadar doğru? İçgüdülerimizin temelinde Eva’nın yaradılışı yatıyor olabilir mi?

Soruyu ön yargısız bir biçimde ele almak lazım. Toplumda saygı duyan ve kendisine saygı duyulan her kadın birey bilir ki; kadın ‘eşittir’ içgüdü değildir. Mantık, kadın doğasının içinde yer almakta olan bir olgu olup; kadını erkek bireyle aynı statüye taşıyabilecek bir niteliktir. Fakat mantıkla birlikte doğal içgüdülerini de bünyesinde taşıyan kadının günümüzde kutuplaşması, kendi içinde Eva ve Lilith olarak ayrılmasının sebebi ne?
İşte burada devreye kadın ve erkeği bir araya getiren toplum giriyor. Korunmak, kollanmak doğasıyla dünyaya gelen her kadın topluma dahil olduktan sonra yine aynı toplumun sahip olduğu psikolojik ve sosyolojik olgular yüzünden kendisine bir saf seçmek zorunda kalıyor. Eva olarak tanımladığımız kadınlarımız aile baskısı, şiddet, içinde bulundukları psikolojik durum, erkeğe çevre tarafından yüklenmiş olan rolün altında ezilme, ya da çok daha basit bir neden olan çekingenlik yüzünden mantıklarını su yüzüne çıkaramayarak doğal rollerini kabulleniyorlar. Lilith olarak bildiklerimiz ise kötü muamele gören hemcinslerinden veya yine erkeğin toplumdaki baskıcı rolünden etkilenerek daha isyankar bir tavra sahip olup; karşı tarafın içgüdülerinin varlığını reddederek kontrolü mantıklarının eline bırakıyorlar. Peki, iki tarafın da tamamen açık bir bilinçle sergilemediği bu tavırlar ne kadar doğru? Bir kadın, eğer temelde iki bağımsız özelliğe sahipse; bunlardan herhangi birini reddetmek yerine ikisini harmanlayarak özgün bir birey oluşturması gerekmez mi?

Sorunun cevabı ne kadar ‘’evet’’ olsa da, kadınlarımızın çekinceleri ve bu gerçeği olduğu gibi kabullenmeyip; kadına karşı açık bir avantaj olarak kullanan erkek bireylerimizin varlığı henüz bizi Eva ile Lilith’i birleştirmeye hazır hissettirmiyor. Ancak ön yargılarını bir kenara bırakmış olan bazı kadınlarımız gibi; yaradılışının ona yüklediği koruma ve kollama içgüdüsünü benimseyen, kadınına hak ettiği değeri veren ve birçoğumuzun ne yazık ki henüz kabul etmediği kadın-erkek eşitliğini kabul etmiş olan erkeklerimiz de var.

Sonuç olarak diyebileceğimiz şu ki: her iki cinsin de tartışarak, anlayarak, paylaşarak ve en önemlisi birbirine inanarak kat etmesi gereken yol çok çok uzun, ve gerçekleştirebildikleri takdirde eminiz ki bir o kadar saygı uyandırıcı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder