10 Ağustos 2014 Pazar

Yazmayan Daktilo

   *çıt çıtçıt çıt çıtçıtçıtçıt şlink ciiiyk çıtçıtçıt çıt* 

   Daktilonun mürekkebi bitmişti bitmesine ama hala onu dövmeye devam ediyordu . Sanki en yakın arkadaşıyla yumruk yumruğa kavga ediyordu. Kağıda üzerinde mürekkep bulaşı kalmış harfler dağınık bir şekilde kağıda nakşoluyordu. Boş kağıtları takıp bir miktar kirlenmiş şekilde daktilodan çekip alıyordu. Sonra yerine bir yenisini yerleştiriyordu.Yeni kağıda başlamadan önce bir önceki kağıttaki leke sayısını sayıyor ve hangi harf olduğu ile birlikte daktilosunun yanında duran not defterine yazıyordu.Lekeleri lacivert pilotlu kalemle karalıyordu ve kağıdı bitenler kutusuna bırakıyordu.

2 Nisan 2014 Çarşamba

Koşarak Uzaklaşmak

Gözlerine aynadan bakmak... İçten içe ne anlatmak istediğini oradan çözmeye çalışmak... Kalp atışlarının yetersiz kaldığı o anlamı, orada aramak... O sorunun cevabını içeren mi, yoksa soruyu soran mı aynadaki bakışlar? Hem "evet", hem "hayır"la birlikte sadece bakmak işte...

Bir "ben" gizli aynadakinde... Zaman zaman "biz"den ötürü kayıp, zaman zaman "sen"de mahkûmluğu ile cebelleşen bir "ben"... Birisinin yokluğuna teslim olmuş, kendi varlığını sürdürme sınavındaki bir "ben"... Yine o birisi için süslediği kelimelerini, yine o bakışlara gizlemiş; şimdi ise onları aramaktaki "ben". "Ben"i "sen"de kaybetmiş bir "hiçkimse" vardır aynada. Belki de "herkes"...

İçsel karmaşanın şiddetince anlamını yitirir cümleler. Bakışlar da bir o kadar anlamsız, bakan da bir o kadar boş... Bu yüzden, aynadakine sadece bakarsın.

Cevap vermez aynadaki. Cevap bekler. Sen sorarsın, cevabı o bekler. Soru da sormaz. Sadece cevap bekler. Verilir bazen o cevap suskunlukta. Gözlerin duyar senin yerine, kalbin duyar. Kulakların duymaz, zihnin de...

Duymadığın, anlamadığın, çözemediğin, bulamadığın, kim olduğunu bilmediğin o aynadaki; kalabalık getirir senin yalnızlığına. Bakmakla olmayacağını çözmen ise, çok süre sonra gerçekleşir. Ya tanışmalısındır artık o aynadakiyle, ya da bırakıp kaçmalısındır onu... Kaçmalı, bırakıp kaçmalı; arkana bakmadan, koşarak uzaklaşmalısındır.

Uzaklaştıkça uçup gider kelimeler, sorular, anlamsızlıklar, anlamlar... Sen koşarsın, senin rüzgarının şiddeti ile birbirine çarpar soru işareti ile bitenler... Sonra üst üste binerler. Artık umursamazsın, koşarak uzaklaşırsın.

Koşarak...

25 Mart 2014 Salı

Bitti dediysem bitti...

Gerçek bir hikaye yazmak istiyorum buraya ama ne parmaklarım hareket edebilecek güçte, ne kalbim atacak... Ben öldüm size iyi ölümler...

22 Mart 2014 Cumartesi

Kilim
Sevdamı ilmek ilmek dokudum kilime
Her motifinde ah seni soludum hep
Ben senin ismini kazımışım gönlüme
Yarin adını işledim ince iple

Ren renk kilimler,desen desen
Benim kilimimde ise hep sen    
Kilim benim kara sevdam ey yar
Sen kilimdensin kilimde senden…


21 Mart 2014 Cuma

Bin …

Sen başkasın senin gibi bir yar olamam
Bir sevdayı bin yüreğe ulaştıramam
Bini bire sığdıran bir gönül olamam…

Sen gizli bir kahraman bilinmeyen
Aşk alıp aşk satan bir el
Bir kötülük edene bin iyilik sunan sen

Bin yüreksin ,ama bir isimsin gönüllere bin gül ekersin…

23 Şubat 2014 Pazar

Uçurum Kenarı Dialogları 13

-Bir insana nasıl güvenebilirim?
-Güvenemezsin.
-Hiçbir zaman mı güvenemem?
-Evet.
-Güvenen insanlar var ama.
-Yani?
-Ben niye güvenemiyorum.
-En yakın dostuyla bile duygularını paylaşmayan bir insan, nasıl hiç tanımadığı birine durduk yere güvenini verir ki?
-Güvenini vermek mi?
-Evet, sen güven kazanılır mı sanıyordun?
-Ben...
-Güven kaybedilen bir şeydir. Birini ilk tanıdığında tamamını verirsin sonra o kendi payından yavaş yavaş azaltır. İbre sıfırı gösterinceye kadar bu böyle devam eder. Bazı insanlar haddinden fazla güvenir. Bu ne demektir bilir misin?
-...
-Sürekli kaybedip durduğu yeri güveni veren doldurur. Yüzde kırkı mı gösterdi ibre, yükle güveni. Benzin istasyonu gibidir bu insanlar. Arabalar ise onları emer, içlerini kurutur. Ta ki benzin istasyonundaki tüm benzin bitinceye kadar.
-Vereceğin güvenin sınırı var yani?
-Hayır yok.
-Ama?
-Karşındakinin, için yaşanmayacak bir yer olsa bile oradan hiç ayrılmayacağından eminsen güvenin sınırı yok.
-Bu dediğin zaten güven olmuyor mu?
-Hayır, bu sevgi oluyor.
-Güvenmediğin birini nasıl seversin ki?
-Ben öyle bir şey demedim. En başta güveneceksin, aptal gibi ibrenin depodaki benzini gösterdiğini düşünüp kaybedilenin yerini doldurmayacaksın. Verdiğin ve onların kaybettikleri kadar olacak...
-Peki sevgi?
-Sevgi basittir. Güvenini kaybeder, ama yerine kendisi koyar. Sevdiklerin; kaybetse de kazananlardır.
-Kaybetse de kazanır mı? Hani güven kazanılmıyordu?
-Sıfırdan kazanılmıyor. Sen vermeden kazanılmıyor. İnsan yoktan var edebilir mi? Sen ilk başta vereceksin ki o kazanabilsin.
-Peki ikisi de kaybetmesine rağmen aynı seviyelerde güvene sahip olabiliyor. Nasıl ayırt edeceğim.
-Bekleyerek.
-...
-Bekleyeceksin. Eğer sen bir şey yapmadan güvenin artıyorsa, kazanıyor demektir. Ama beklemeyi bilmezsen; sevdiğini de bilmezsin düşmanını da... Caeser olup çıkarsın.

3 Şubat 2014 Pazartesi

Uçurum Kenarı Dialogları 12

-Nerelerdeydin?
-Bu soruyu sana sordurtacak kadar uzun süredir mi yoktum?
-Ne kadardır yok olduğunu bilmiyor musun?
-Zaman geliyor geçiyor, saatin sarkacı gibi zaman içinde salınıp duruyorum. Sarkaç hiç zamanla ilgilenir mi?
-Sarkaçtır zamanı hareket ettiren. O olmasa ne saat olur ne de zaman.
-Sarkaç, "yavaş aksın şu zaman" dediğinde zaman hızlanıyor, "hızla akıp bitsin şu an" dediğinde ise yavaşlıyor, sanki duruyor. Sarkaç olsa ne olmasa ne istediği olmuyor nasıl olsa.
-Sarkaç yavaş aksın şu zaman dediğinde heyecandan bir o yana koşturuyor bir bu yana, salınımını daha hızlı hale getiriyor. Hızlı aksın dediğinde ise hareket etmek içinden gelmiyor, yavaş yavaş salınıyor.
-Kabahat ben de yani?
-Evet.
-Kabahatimi kabul ederim bilirsin.
-Evet. Nerelerdeydin sonuç olarak?
-Konuşamadığım yerlerde, buradan uzaklarda.
-Ne yapıyordun?
-Kaçıyordum. Konuşmanın ağırlığından, suskunluğun hafifliğine kaçıyordum. Ama beceremedim. Konuşmadıkça yüküm arttı. Dilimi tuttukça düğümlendi, düğümlendikçe boğazımı tıkadı. Ne yemek yiyebildim ne nefes alabildim. Adem elmasının olduğu yere bir şey oturdu ve kalkmadı. İçimdekiler, dışarı çıkmak için tek çıkış kapısı olan boğazıma dayandıkça dayandı. Çıkmadı. Ağzımı açmaya bile olmayan mecalim artık nefes almaya da yetmez oldu. Öldüm. İçimdekiler çıkamadı. Ölü bir bedeni çürüten toprak gibi içten içe çürüttüler bu bedeni. Dış kabuğu kalmış içi çürümüş biri var karşında. Hala konuşamayan biri... Aciz biri... Ciğerlerini konuşmak için havayla doldurup anında geri boşaltan biri... Daha fazla yük istemeyip sürekli yeni yükler yüklenen biri...Ölü biri...
-Neden geldi bir ceset bana?
-Çünkü bir cesaret geldi bana.
-Kimdi cesede cesaret veren.
-Neydi, daha doğru olur. Ceset yaşamak istedi. Kalbi hala atıyordu ama yaşamıyordu. Zevk almıyor, alamıyor. Sürekli bir şikayet içinde, şükretmeyi bilmiyor. Hep yalan dolan peşinde. Yalanın yalanını söylemekten bırakmadı tek bir yalan bile. Yılanı deliğinden çıkartan güzel dili artık yılanınki gibi; ince ve uzun zehir saçıyor.
-Eski haline dönmek mi istiyor ceset?
-Hayır. Sadece bu halinden kurtulsa ona yeter. Tekrar konuşabilmek istiyor. Derdini sevdiğine anlatmak istiyor.
-Anlatsın o zaman. Sevdiği onu dinliyor.

24 Ocak 2014 Cuma

Hoşgeldin İbrahim Davut

"İki kişi olacak" demişlerdi. "Seni seven iki kişi olacak, seni çok sevecekler, senin hep peşinde koşacaklar, sen ağladığında onlar da ağlayacaklar, güldüğünde gülecekler." Böyle söylemişlerdi. "Ben o zaman hiç ağlamayacağım hep güleceğim" dedim. "Beni çok seven iki kişi ağlamasın diye ben de ağlamayacağım." "Öyle olmaz, yapamazsın, çünkü konuşamayacaksın sen." dediler. "Ne?" diye şaşırdım. "Ama şimdi konuşabiliyorum niye o zaman konuşamayacağım" diye sordum. "Onlardan öğreneceksin" dediler. "İlk önce sevmeyi öğretecekler sana, hiç tanımadığın iki insanı seveceksin, çünkü onlar seni kendilerinden çok sevecek. Sonra onları sevdiğinde onlarla konuşmak isteyeceksin tıpkı şimdi olduğu gibi." "Ama zaten konuşabiliyorum ben" dedim. Hemen karşılık verdiler: "seni anlamayacaklar ki, o yüzden gülmeli ve ağlamalısın. Ağladığında sıkıntın olduğunu anlayacaklar, güldüğünde ise keyfinin yerinde olduğunu. Yani sana iyi bakabilmeleri için senin bu ikisini yapman gerek. Onlar ağlamasın diye ağlamayacağım dememelisin." Kabul etmiştim denileni ama yine de deneyecektim.

Bazı zamanlar seslerini duydum, yanımda değillerdi ama duyabiliyordum yine de. Bazen beni sevdiklerini hissediyordum o hiç görmediğim iki insanın. Belli bir zaman sonra hadi gidiyorsun yanlarına dediler. Tamam dedim. Gözlerime inanamadım. Sadece iki kişi değildi beni bekleyen. Bir sürü insan vardı orada. Hepsi gözümün içine bakıyordu. Kimilerinin gözleri ıslaktı. Ağlamayacağım diyordum hayır ağlamayacağım iki kişiyi değil bir sürü kişiyi üzeceğim ağladığımda diyordum. Bir sürü kişi seviyor beni ve ağlarsam onlar da ağlayacak o yüzden ağlamamalıyım dedim. Bir süre ağlamadım gerçekten de, çok zordu bunu başarmak. Seni sevenin iki kişi olacağını sanarken bir orduyla karşılaşıp ağlamamak gerçekten çok zordu.

Sonra bir kadın ağlamaya başladı. Sesinden tanıdım onu. Yumuşacık huzur veren sesinden tanıdım onu. İçinde korku vardı, acı vardı ama hala yumuşacıktı. Bağırıyordu, ağlıyordu. Dedim niye, niye ağlıyorsun. Ben ağlamıyorum sen niye böyle ağlıyorsun? Sen ağlama diye ağlamamıştım ben halbuki ama sen niye ağlıyorsun. Sonra diğerlerine baktım, beni bekleyen, seven diğerlerine onlarda ağlıyordu. Ağlamasınlar diye ağlamamama rağmen ağlıyorlardı. O kadına baktım yine, dudakları titriyor, yanaklarından aşağı damlalar sel olup akıyordu. Dayanamadım.

Bana yanlış anlattılar herhalde diye düşündüm o sırada. Çünkü ağladığımda hepsi birbirine sarılmaya, gülmeye başladılar. O kadına tekrar baktım. Gülüyordu, gözlerini ıslatan damlalar parıldıyordu. Ağlamam gerektiğini öğrendim. Ne olursa olsun. Çünkü ağlamadığımda onlar daha fazla ağlıyordu.

Bir adam geldi daha sonra, gözleri ıslaktı hala. Beni görünce daha da ıslandı. Sesi titriyordu ve bana şöyle dedi: "Hoşgeldin İbrahim Davut"

6 Ocak 2014 Pazartesi

Gidişleri Seyretmek Üzerine

Yaprak dökümüne benziyor her bir gidiş. Dalında dururken zayıflıyor olsa gerek önce yaprağın sapı... Sonra her rüzgâr dokunuşu ağır gelmeye başlıyor. Ağırlaşan rüzgârı taşıyamaz olan yaprak, dayanamayıp bırakıyor tutunduğu dalı. Düşüşü estetik gözükür dışarıdan bakana... Nârince, aheste aheste süzülen yapraktır sonuçta, sonbaharın has güzelliklerinden... Onu dalından koparandı rüzgâr. Seyrânı güzel süzülüşünü sağlayan da rüzgâr.. 

Düşüşünü yaprak açısından ele aldığımızda, hayli hazin oluyor manzarası. Vurup kırıp darmadağın etmesi yetmez gibi, kendisi esip geçen rüzgâr... Bir de geri gelip düşüşünü yavaşlatması yok mu? Çıldırmaması elde değildir yaprağın! Belki de bu yüzden, toprağa düştükten sonrası çürüme evresi olur yaprağın. Sararmışlığına solmuşluk eklenir. Git gide parçalanmışlık kaplar üstünü... Sonra toprak... Esen, esip geçen rüzgâr hissedilmez olur birkaç toprak zerresinden sonra; işte o zaman, bitmiştir yaprak. 



Seyredenler mi? Yerle temasından sonra bakmazlar artık yaprağa. Onlar için, rüzgârla bütündür yaprak. Her dakikasında... Yaprak yaprağa, rüzgar rüzgara bırakıldığında ise, belki farklı canlanır hikaye... Belki geri gelişi yaprağı tutmak içindir rüzgârın, belki öylece düşüşü rüzgâra "dur" dememek içindir yaprağın.

Yaprağın ve rüzgârın kendilerine has hikayeleri vardır bir düşüş sürecinde, elbette. Lâkin, canından can kopmuş olan ağacı sormaz kimse. İşte ağaç... Aslında yazmak istediklerimin ana kahramanı... Aslında seni, can dostumu, ağaç olup an(lat)malı.
....
Gün geliyor ve ulaşamıyorsun işte. Ulaşamıyorsun, gün geliyor işte. Bu iki cümle arasındaki hata payınca ölçülür gidişinde üzerime kalan korku...

Gözyaşlarını tutamayan ellerim mi, gidişini seyre dalan gözlerim mi, "Gitme!"sini içine saklayan gönlüm mü suçlu?
Yaprağının düşmesine göz yuman ağaç mı suçlu, onu düşüren rüzgâr mı?

Söyleseydin ya can dostum! Söyletseydim ya...