30 Mayıs 2013 Perşembe

Özlem

   Her buluşmamızda fotoğraf çekinirdim seninle. Çünkü biliyordum; yok olacağını, biteceğini ve seni deliler gibi özleyeceğimi. Özlemin adının sen olacağını biliyordum. Ama bu kadar yakın olacağını hiç tahmin etmemiştim... İnsanların üzerine çöken ölüm gibi; bir adım sonra olduğunu görememiştim, bu kadar yakın olacağını hiç düşünmemiştim.

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Kumdan Kaleler


   Sahil kenarında uyandım yine. Solumda yine aynı sahili dövüp duran deniz... Sağımda sonunu göremediğim ufka hatta daha da ötesine sere serpe uzanmış kumsal... Ayaklarımın altında onları yakması gereken sıcak kumlar... Tepemde benimle birlikte ucu bucağı kaplamış kumu kavurup duran güneş... Karşımda her seferinde aynı kız çocuğu... Elinde mavi kovası, küreği kumdan kale yapıyor her zamanki gibi. Her uyanışımda olduğu gibi...

16 Mayıs 2013 Perşembe

"Cepleri Boşaltmak"




     Bizim blogu iyiden iyiye aşk, ayrılık ve bilumum yakın duygular sarmalamış. Korkuyorum, bi ben mi kaldım sağlam diye. Neyse bırakalım diğer yazarları da kendi yazımıza bakalım. Lütfen şarkıyı başlatın ve öyle okuyun. Gerçi yazı biter yarısında ama olsun. 

    Ne diyor biliyor musun şarkıda? "Hadi" diyor, "Ceplerimizi boşaltacak bir yolculuğa çıkalım". Böyle de bir yolculuğa ihtiyacım var aslında. Beni tanıyanlar hemen diyeceklerdir "Zaten şehirde bi gün oturduğunu görmedik". Bi rahat duramadığım doğrudur ama ben şarkıda bahsettiği yolculuktan istiyorum. Böyle kendim için, kendi zevkime göre gezip tozacağım, eğleneceğim bir yolculuk...

    Yıl içinde çıktığım neredeyse bütün yolculuklar ailem içindi. Kâh onlar sıkıldı "Hadi bi gel" dediler, kâh ben. Ama hayatım boyunca hiç kendim için yola çıkmadım (Çıkamadım desek de olur). Dönem içi desen dersleri ayarlayıp çıkamadım yola, yaz desen her yazım başka şeylerle geçti (Oyunla değil, en az oyun oynadığım dönem hep yaz tatilleri oldu, şaşırmayın!). Günlerim hep ya okulu yada evi beklemekle geçti yani. (geçiyor da hatta)

     Ama her seferinde "Acaba" dedim "Kalkıp gitsem şuralara, şöyle bir gezsem kendimce, nasıl olur?" ve her seferinde bir sorun veya birileri çıktı karşıma ve ben beklemeye devam ettim. 

     Bahsetmek istediğim yolculuk öyle "Hah burası güzelmiş, buraya gidelim haftasonu" yolculukları değil, bayağı bayağı macera arıyorum. Tek başına atlayıp bilmediğim yerlere gitmek istiyorum. Hiç görmediğim yerler... Ancak o tarz bir yolculuğa da sanırım "daha var". (Böyle düşünmemi gerektirecek bazı sorunlar var önümde ki biz onlara okul ve iş hayatı diyoruz) 

    Önümüzdeki günler, aylar hatta yıllar neler getirir bilemem ama ben o hayalini kurduğum "yolcuğu" iple çekiyorum. Belli mi olur belki de "biri" takılır bana, daha da güzelleşir yolculuğum.. ;)

*Şarkı: Poketto wo Kara ni Shite - Maaya Sakamoto

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Çöl #5



    Onunla ilk karşılaşmamızı hatırlıyorum. Kütüphane'deki o “muhteşem” konuşmasından sonra yapılan baloda karşılaşmıştık. Dikkatimi çeken ilk özelliği sesiydi. Derinden etkilerdi insanları konuştuğu zaman. Sözcükleri tane tane söylerdi hep. İnsanlar hayranlıkla bakardı ona.

    Bense o insanları uzaktan izlerdim. Kahkahalarını, mutluluklarını, üzüntülerini...Her şeylerini... Uzaktan...

    Çünkü görevim buydu benim. Birlik'in düzenini korumak için vardık biz. O devasa duvarların arasında bile insanlar güvende değildi. Bilemediğin bir şeye karşı nasıl savaşırsın? Bizler bu bilinmezi ortadan kaldırmak için vardık.

    Çok kalabalık değildik ancak en iyiler bizlerdik. Gölgeler yuvamızdı bizim gibilerin.  İşimiz sessizliği gerektiriyordu. Göründüğümüzdeyse insanlar korkardı bizden. Kendimizden değil taşıdığımız mesajdan....

    O balodaysa kendimi hiç rahat hissetmemiştim. Giydiğim o çirkin ve rahatsız kıyafetlerden dolayı değil. İlk defa insanlar arasına karışmıyordum tabii ki de. 

    Rahatsızlığımın tek sebebi "O" adamdı.

    İnsanlar onun çevresinde toplandı bütün gece boyunca. Birçokları kıskandı onu, hatta belli bile ettiler kıskançlıklarını ama kimse bir şey yapamıyordu ona karşı. Çünkü karşılaştığı herkesi ele geçiriyordu sözleriyle... ve de gözleriyle. Saf korkuydu bence ona düşman olanların ona yaklaşmamasının sebebi. Ancak onun hedefi çok farklı biriydi.

    Bana yaklaşıp selam vermişti içtenlikle. Ben ise buz gibi gözlerimle bakmıştım ona hiçbir şey söylemeden. Hâlâ anlamam neden o gün sadece benimle fısıldayarak konuştuğunu.

    "Son yaklaştığında ne yaparsın Koruyucu? Kaçıp saklanır mısın yoksa sonuna kadar savaşır mısın?"

    Sorunun kendisi bile saçmaydı benim için. Bizler sonuna kadar gitmek için eğitilmiştik. Asla sorgulamazdık. Çünkü bir anlık tereddüt son demekti bizler için.

    Hayatım boyunca ilk defa şaşkınlık içerisindeydim ama bunu göstermedim ona. Zayıflık asla kabul edilmez. Aynı sert gözlerle bakmıştım ona cevap bile vermeden. O ise gülerek uzaklaşmıştı yanımdan.

    Belki de biliyordu sonrasında neler olacağını, büyük ihtimalle de hepsini planlamıştı. Kütüphane'deki konuşmasının bir şeyleri tetikleyeceğinden emin olduğuna kalıbımı basarım.

    Çünkü o balodan birkaç gün sonra Şehir yavaş yavaş bir fırtınanın yaklaştığını haber veriyordu bizlere. İnsanlar ilk defa ayrışıyordu birbirlerinden. İlk defa insanlar bu kadar büyük kavgalara giriyordu birbirleriyle. Ve ilk defa insanlar söylenmemesi gerekeni söylüyordu: “Duvarlardan kurtulma zamanı geldi”

    Duvarlardan kurtulsak bile ardında nelerin olduğunu bilmiyorduk ki? Peki duvarlardan kurtulduğumuzda yeni düzene nasıl alışacaktı insanlar? En büyük bilinmezle karşı karşıyaydı insanoğlu. Şu güne kadar görmedikleri bir dünya vardı önlerinde ve hepsi korkuyordu. Ellerinde var olan tek gerçeklikten vazgeçiyorlardı çünkü.

    İşte bu olanlar yüzünden hain ilan edilmişti. Düzene karşı geldiği için... O da kaçmanın bir yolunu bulmuştu sonsuz gibi görünen duvarlardan.

    Ve kaçtığı gece peşinden giden tek kişi bendim.

    Sorduğu soruyu benden başkası cevaplayamazdı çünkü.

14 Mayıs 2013 Salı

Saklambaç Oyunu


   Sayfalar tüketmeliyim aslına bakarsan, kalemin mürekkebini bitirmeli; tükenmeyen diye adlandırılanı tüketmeliyim. Kelimelerei yok edip, onlara yeni baştan şekil vermeliyim. Oluşturduğum şekilleri sana sergilemeli, sana, seni anlatmalıyım.

10 Mayıs 2013 Cuma

Tıkırında Giden Hayat

   Saat 01:23... En sevdiğin saat... 12:34'de de seni düşündüm yine. 12:45'de ve diğer tüm saatlerde, nefret ettiklerinde bile... Ben senin için bir saat gibiydim; nefret ettikleri ve sevdikleriyle dolu. Ama en çok nefret ettiklerinle...

9 Mayıs 2013 Perşembe

Kitap #1




    Şu resim çok iyi özetliyor hayatımı. Wallbase adlı sitede gezerken gördüm az önce. Okumak üzerine o kadar çok şey söylenebilir ki... Kendimden başlasam saatler sürer, öneminden konuşsak günler... Ama yine de bir kaç cümle sarf etmek istedim sizlere.

    Kitap okumak bana göre tam bir RPG oyunu mantığı ile işliyor. Şöyle ki; 1. sınıfta okumayı söktüğünüzde başladığınız kitaplar bellidir, hafif, puntoları büyük (hatta kocaman), okuması kolay kitaplardan başlarsınız. Aynı oyun mantığı, ilk başlarda kesebileceğin yaratıklar belli, daha güçlülerine bulaşırsan ölürsün. Tıpkı ağır kitaplara bulaştığında anlamayıp başından kalkman gibi.

    Yaş ilerledikçe seviye atladığımızı düşünelim şimdi. 2. sınıf yani Seviye 2 olduk. Ne oldu? Puntolar küçüldü değil mi? Konular biraz daha ilgimizi çekiyor mesela. 3. sınıf, 4. sınıf.. Her birinde biraz daha küçülttük puntoyu, biraz daha (çok az ama) ağırlaştırdık konuyu. 

    Aynı mantık hiç durmadan işliyor. Sen geliştikçe çevren de değişiyor. Algın değişiyor. Okuduğun kadarıyla yorum yapıyor, okuduğun kadarıyla konuşuyorsun. Nasıl ki okudukça konuşma ve algı yeteneklerin gelişiyorsa oyunda (mesela Fallout), aynı hayatta da böyle. Ne kadar iyi bir okuyucuysan o kadar iyisin yani.  
   
    Okudukça başka yerlere gidersin. Eğer kaliteliyle kitabın (yazarın anlatımı kuvvetliyse, olay örgüsü ilgi çekiciye, yoksa kitabın sayfa kalitesi ve hacminden bahsetmiyorum) o maceradan bu maceraya atlarsın. Bambaşka dünyaları gezer, kâh güler kâh ağlarsın. En güçlü şeydir kitap gözümde bu yüzden. 

    Ama ne yazıktır ki çoğumuz bu macerayı çok erken sonlandırıyor. Hatta bazısı hiç başlamıyor. Bunun birden çok sebebi var tabii ki, aile, çevre falan filan bir çok şey sayabilirsiniz. Mesela üniversiteye ilk başladığım sene kardeşimin veli toplantısına katılmıştım bizimkilerin işi olduğundan. Bütün veliler neden çok yanlış yapıyor çocuklar, neden okuduklarını anlamıyorlar diye öğretmene soruyorlardı. Ben de en arkadan elimi kaldırıp söz istemiştim. Öğretmen söz verdiği anda yapıştırmıştım lafı: "İddia ediyorum çocuklarınızın hiç biri kitap okumuyor." Bu sözüm buz gibi bir hava estirmişti sınıfta. Ve öğretmen de "Evet, oğlum haklısın" demişti. Çünkü asıl sorunun ne olduğunu herkes çok iyi biliyor. Ancak çözmek için kimse uğraşmak istemiyor çünkü zor geliyor insanlara. 

    Zor geliyor çünkü gerçekten de zor bir iş okumak. Ortalama bir okuyucunun 400-500 sayfa civarı bir kitabı bitirmesi yaklaşık 8-10 saat arası, belki biraz daha uzun sürüyor (saatte 50 sayfa falan okuduğunu düşünüyorum ki bu da iyimser bir rakam bence). O kadar saatte ne yapılır? 4-5 bölüm Türk dizisi izlenir veya  10 bölüm kadar yabancı dizi izlersiniz. 2 saatten 4 film izler, iki akşam misafirliğine gidebilirsiniz. Veya hiçbir şey yapmadan sadece arkadaş ortamında geyik muhabbetiyle bahsettiğim saatlerin tamamını harcarsınız. Ve bu bütün anlattıklarım o kadar çekici geliyor ki insanlara kitap okumak fikri buhar olup uçuyor. Taksit işine girdiğimizdeyse bahaneler o kadar komikleşiyor ki anlamak mümkün değil! "Vaktim yok" ise en anlamsızı! Bre deli, her türlü haltı yemeye vakit buluyorsun da 40-50 sayfa kitap okumaya mı eriniyorsun! Gerçekten vakti olmayanlar tanıyorum, sabah 8 akşam 8 çalışıp eve gelip tek istediği şeyin birazcık sessizlik olan. Onlar tamamen ayrı bir kategori. "Vaktim yok" bahanesi dışında bahaneler (ki bu da dahil) hiç bir bahaneyi kabul etmiyorum. Hatta hayatta karşılaştığımız her şey için bu bahaneyi öne sürmek en saçması. Zaman yaşamın boyunca elinde olan tek şey. Güzel kullanırsan kral olursun, kötü kullanırsan rezil. Bu kadar net işte. 

    Kalkın ve okuyun. Kaliteli kitapları okuyun arada. Klasiklere dadanın, bilim ve felsefeye göz kırpın bazen. Okuyun ve hayatınıza renk katın. Sonra göreceksiniz kendinizdeki değişimi. 

   Not: Bazen bu konuya geri dönüşler yapıp, üzerine kitap incelemeleri de yapabilirim (veya yapabiliriz). Yani konumuz henüz kapanmış değil. (ve bu yüzden başlıkta sayı olacak). Diğer yazarlarımıza da duyurulur. :) 

2 Mayıs 2013 Perşembe

Çöl #4


    Eliyle alnından akan terleri sildi ve başını kaldırıp havaya baktı. Bulutlar toplanıyordu ve bu gidişle gece yağmura yakalanacaktı. "Sığınacak bir yer bulmalı" diye düşünürken ileride yıkıntılar içerisinde bir köy göründü. "Umarım yine serap görmüyorumdur" diyerek yürümeye devam etti.  

    Elinde tuttuğu bardaktan bir yudum daha kahve aldı ve kırık pencerenin kenarına koydu. Gözünü dürbüne dayayıp tüfeğini kaldırdı ve yıkıntıların arasındaki meydanda göz gezdirmeye başladı. Kim bilir belki bir av çıkardı kendine.

    Köye girdiğinde ortalık anlamsız bir biçimde sessizdi. Yıkıntıların arasında ilerlerken ara sıra yırtık çadırlara rastlıyordu. Meydana girdiğinde bir anlığına durdu. Çevresine bakındı bir süre. Ortalık o kadar sessizdi ki rahatsız olmaya başladı. Tam bir adım daha atmak için ayağını kaldırmıştı ki tek bir el atış sesiyle beraber adımı basacağı yerden toprak havalandı. Ve havadaki ayağını korkusuzca merminin vurduğu yere bastı. "Burada ne işin var yabancı?" diye bir ses duydu. Ses bir yerden değil her yerden geliyor gibiydi. Gözlerini kapatıp sesi daha dikkatli dinlemek için başını eğdi. "Son kez soruyorum sana!" diye tekrar ses geldikten sonra tüfeğe sürülen merminin sesini duydu. Hızla silahını çekip çaprazındaki bir kısmı yıkık binaya doğru ateş etti tek el.

    Önündeki bardak paramparça oldu ve içindeki bütün kahve suratına sıçradı. Sıcak suyla yanan yüzünü tutarak acıyla bağırdı.

    Artık hedefin nerede olduğunu biliyordu. Çarpık bir gülümseme kondurdu yüzüne. Kendisine ateş edilen yere doğru koşturmaya başladı.

    Derin derin soluyarak elini çekti yüzünden ve hızla tüfeğini eline alarak etrafa bakınmaya başladı. Ancak birkaç dakika önce gördüğü adam ortalıkta yoktu. Sırtından soğuk ter akmaya başlamıştı. "Eğer ilk atışta öldüremezsen, ölürsün" derdi babası hep. Ve o ilk defa bir hedefi vuramamıştı.

    İlk defa bu kadar yakın hissediyordu ölümü. Ve bu yüzden ilk defa terliyordu korkuyla.

    Paltolu adam çatıda sessizce bekliyordu. Altındaki katın penceresi hemen tavan bitiminden başlıyordu. Aşağıdan toparlanma sesi geldiğinde yavaş adımlarla pencerenin olduğu kenardan biraz uzaklaştı. Sonra koşar adımlarla pencerenin olduğu kenara ulaştı. Arkasını dönüp havada ters bir takla attı ve tutundu. Momentumunu hiç bozmadan o hızla pencereyi parçalayarak içeri daldı ve adamın üzerine çullandı.

    Paltolu adam diğerinin üzerinde doğruldu ve şaşkınlığını üzerinden atamamış olan adama bütün gücüyle indirdi bir tane. Yumruğu yiyen adamın suratı darmadağın oldu bir anda. Tekrar kaldırdı yumruğunu ama bu sefer indirmedi. Bilgiye ihtiyacı vardı, ayrıca böylesine bir ölüm şu an için gereksizdi. Yakasından tuttu ve adamı altından çekti. Sürüye sürüye odanın diğer ucuna götürdü ve yerdeki yatağa fırlattı onu. Adam artık korkudan mı yoksa acıdan mı bayıldı bilemiyordu ancak elinden gelen tek şey ayılmasını beklemekti. Pencere kenarındaki sandalyeyi yatağın yanına çekti. Paltosunu çıkardı ve bir kenara koydu. Oturdu ve gözlerini kapattı dinlenmek için.

    Gök gürledi dışarıda ve yağmur ince ince yağmaya başladı çölün üzerine.