29 Kasım 2013 Cuma

Karanlıkta

Dönüp baktı, adımlarını hızlandırdı, karanlığın içinde kayboldu. Yine sessizce... Yine anlamsızca... Ardında çığlıklar, hıçkırıklar, yorgunluğa eklediği sorular bırakarak... Sadece kayboldu.

Sadece kayboldu, "Kaybettim!" diyerek dizlerinin üstüne çöken kalbi umursamazcasına, tanımazcasına... Kırıktı o kalp, paramparça... O an, yağmur bile durmuşken, teselli bulması imkânsızcaydı.

Yanıyordu. Öylece yok oluşa terk edilmişliğine... Ne yapacağını bilmezliğine... Yanıyordu, nefes aldığı her zaman dilimine...

Artık bilmiyordu. Ne istediğini bilmiyordu. Neyden emin olduğunu bilmiyordu. Onu bilmediği kadar, kendisini de bilmiyordu artık. Ardından bakakalmışken gözleri, ruhu onunla birlikte karanlığın içinde kaybolmuştu.

Olan olmuştu işte. Aynı şey, dönüp dolaşıp sarmıştı yine çevresini. Bir özetti bu, her şeyin özeti. Hiçbir şey olmayan her şeyin özeti...

Zihninde tekrarladı:
"Dönüp baktı, adımlarını hızlandırdı, karanlığın içinde kayboldu. Yine sessizce... Yine anlamsızca..."

25 Kasım 2013 Pazartesi

Senden Ayrıysa

Kaçırıyorum gözlerini, çokça kirpikli
Korkmak mümkündür bizim için
Sevmenin her anında

Uykun çok uzak içinde olmayınca
Gündüzleri düşlediğinden
Sarmadığım gündüzlerin uykudaysa

Şu elleri kime atsam ordan bitiyor
Ezberimden utanıyorum tenine
Bir daha ve bir kez daha

Neyi istiyorsam ondan kokuyor
Sevdiğim her şeyde sen az biraz
Yediğim yemediğim, artık buram buram
Çok özlemek kokuyor
Senden ayrıysa.





Nar Kütüğü

Güzelim, ben bugün yazamayacağım belli
Şu dar çerçevelerden gördüğüm
Kargacık burgacık harfleri
Saatlerimi çaylara bölüyorum
Sigaraya katık etmek için
Duymuyorum bana bağırılan sözleri
Ve kaçıyorum insanlarından
Boyum uzunca olsa dahi
Beni üzmesinler diye
Sen iyisi mi beni bahçeme götür
Karşıki yonca tarlasına götür beni
Yabani atların bekleştiği
Nar kütüğüne oturt ellerimden tutup
Koca bir düğün yemeğindeki beşiğim
İki adam eninde küçücük evim
Dedem öldüğünde kestikleri.


23 Kasım 2013 Cumartesi

6 Saniye...

Ufak bir akıntıya kapıldım gidiyorum. Ne hızlı ne de yavaş... Anne tariflerindeki kulak memesi kıvamında. Ne bir çaba ne bir enerji sarfiyatı, hiçbir şey yapmadan akıp gidiyorum, engin bir denizde. Ya da bana öyle geliyor. O kadar küçüğüm ki küçücük olanı bile derya deniz sanıyorum. Pireyi deve yapıyorum. Gözlerimi gökyüzüne dikiyor ve seyre dalıyorum. Bulutlar hareketsiz yine, ya da aynı hızda gidiyoruz, bilmiyorum. Gözlerimi kapatıyorum, açtığımda az önce baktığım bulutlar hep yok olmuş ya da geride kalmış. Kimisi siyah, kimisi beyaz, kimisi de gün batımındaki gibi toz pembe... Ama hepsi gökyüzünde... Yanımda ise... Akıntı bazen suyun içine çekiyor, boğuluyorum; bazen kıyıya vuruyor, yine boğuluyorum. Ne deniz de ne de kıyıda nefes alabiliyorum. Kim veya ne olduğumu hiç bilmiyorum. Bazen öğreniyor, nerede durmam nerede olmam gerektiğini fark ediyorum fakat hep unutuyorum. Balık hafızası gibi işliyor, 6 saniye... 6 saniye sonra yine boğuluyorum. Güneş ve bulutlar arkadaşlık yapıyor arada da ay dede ve yıldızlar. Orkestradaki müzik aletleri gibi vakti geldiğinde çalıyorlar. Ne bir eksik ne bir fazla akıp gidiyorum. İhtiyacım suyu ve besini denizden karşılıyorum ve hep temizim. Temiz olmam gerekir mi onu bile bilmiyorum. Gerek duymuyorum tembellik ediyorum ama yine de kirlenmiyorum. Akıntı üzerimde ne varsa alıp götürüyor. Bir seyyah gibi o kent senin bu liman benim geziyorum ama hiçbirine uğramıyorum. Hepsinde boğuluyorum. Galiba... Galiba yine unuttum... Gün geliyor ölüyorum, ama tekrar canlanıyorum. Öldüğümü de canlandığımı da hatırlıyorum. Ama bir türlü kim olduğumu... Her öldüğümde tadı damağımda kalan lezzetten canlandığımda tekrar tadıyorum. Akıntı nereye giderse ben oraya gidiyorum. O ben oluyor ben o oluyorum. O bensiz olsa da ben onsuz olamıyorum...

19 Kasım 2013 Salı

Uçurum Kenarı Dialogları 10


-Gecenin üçünde niye hala ayaktasın?
-Hiç... Sen niye uyuyamadın?
-Bir şey takıldı kafama.
-Neymiş?
-Oda arkadaşımın, dostumun, sevgilimin, yatağımı paylaştığım kişinin ismini neden bilmiyorum? Sence neden adını söylemedi bana?
-Gerek duymamıştır belki.
-Gerek mi duymamıştır? Benim, ismini bilmeme mi gerek duymamıştır?
-Ali, Ahmet, Mete ne fark eder ki? Sen ona nasıl olsa aşkım, hayatım diye sesleniyorsun. Söylediklerinin ona hitap ettiğini bir şekilde belirtebiliyorsun. Bu yüzden gerek duymamıştır ismini söylemeye.
-Ama bu çok saçma?
-Neresi saçma? İsmini zikretmen yerine hayatım diyerek onu hayatına kattığın için mi saçma? Yoksa aşkım diyerek aşkınızı günün her anında dillendirdiğin için mi?
-Görür görmez aşkım demeye başlamadım ya ben. Tanıştığımız zaman bile söylemedi adını ya da adımı sormadı.
-Sevmek için isime mi ihtiyacın var? Onun ismini öğrenince daha çok mu seveceksin onu? Ya da ne bileyim, Burak değilde Alican olsa daha mı az seveceksin ya da daha çok?
-Hayır tabii ki de...
-O zaman? Kalemi tutarken adını söylüyor musun? Bilgisayarı kullanırken ismini zikrediyor musun? Ne diye bu kadar ihtiyaç duydun ismine, hem de bunca zaman sonra?
-Kalemi kullanan ben olunca ihtiyaç duymuyorum elbet ama birine kalemden bahsederken "kalem" diye bahsetmek zorundayım.
-"Sevgilim" bu tür zamanlar için kullanılan bir kelime...
-Bu kaleme "yazma aracı" demek gibi bir şey. Ayrıca benim ismimi de öğrenmedi ya da bir çaba harcamadı.
-Senden bahsetmek istemiyordur...
-Beraber yaşadığı, yanında yatıp, sabah gözlerini beraber açtığı kadından mı bahsetmek istemiyordur? Bu kadar çok mu utanıyor sence benden?
-Bilmiyorum ama benim bahsetmek istediğim bu değildi.
-Neydi peki?
-Dinlersen eğer... Unutma ki benim sesim senin ki kadar gür çıkmıyor, onu uyandırırsan sen uyandırmış olacaksın.
-Tamam sustum.
-...
-...
-Seni kendine saklıyordur belki de. İsmini başkaları öğrenmesin diye böyle bir fedakarlık yapıyordur. Sevdiği kadının ismini öğrenmekten sırf ağzımdan kaçırırım korkusuyla vazgeçmiştir belki de. Çünkü insan sevdiğinden bahsetmek üzere yaratılmıştır. Çok az kişi sevdiği şeyleri kendine saklayabilmeyi başardığı için sevmeye devam etmiştir.
-Sence sevgisi benden bahsedince yok olacak kadar az mı?
-Hayır, insanların kini, nefreti en büyük sevgiyi yok edebilecek kadar büyük.
-Ölünceye kadar ismini bilmediğim bir adamla mı yaşayacağım?
-Hayır, ismi yerine hayatım dediğin, onu sadece aşkım olarak bildiğin biriyle yaşayacaksın.
-Peki, son bir soru. Sen neden benim ismimi öğrenme ihtiyacı duymuyorsun?
-Gerek duymuyorum çünkü sana seslenmeme gerek yok. Sen yalnızsan konuşmaya başlıyorsun ve ben eşlik ediyorum. Biri geldiğinde de susmam gerektiğini, susmasam bile önceliğin diğerlerinin olduğunu biliyorum.

10 Kasım 2013 Pazar

Sekiz

Bir ayakkabı düşün
Aldırdığım çubuklu şekerler gibi
Ve yenmez onlar,sen dersin.

Sığamam sandım ilk, tam geldi
Annem bayramlık aldı onları bana
Sabahın sekizinde giymek için
Bir başıma oturuyorum
Yine de uyanıyorum hava açınca

Şu dünyada sorsanız iki şey almış cebim
Senin sabah namazlarından
Sevilmemek, onu kime soracağımız belli
Bir de elimden düşmeyen sigara.

Olmamışlık diyemedik sana ama
Bakınca hatırlamak var
Her işin ucu, her sokağın başı
Bu denli dil ucundaysa

Sabah sekiz, ben çıktım sokağıma
Ben yürüdüm denizimde
Külçeler bağlı ayaklarıma

Bu işin başka demesi yok
Bir ikincisi yok, bu yaştan sonra.

Sabah sekiz, ben ayakkabılarımı giydim
Baba, sen neredesin?






9 Kasım 2013 Cumartesi

Uçurum Kenarı Dialogları 9

-Beni burada görmeni istemezdim.
-Hadi in oradan da gidelim buradan.
-Ben zaten gidiyorum kardeşim.
-Beraber gitmeliyiz ama devam etmeliyiz. Sence de böyle yapmamız gerekmez mi?
-Senin gelmen gerekmez. Ben yalnız geldim bu dünyaya ve yalnız gitmeyi düşünüyorum diğer herkes gibi.
-Yalnız geliyor olman, yalnız gidiyor olman hep yalnız olacağın manasına gelmiyor, hadi in şuradan.
-Hayır. Ben gidiyorum kardeşim. Tüm yollar bittiğinde, tüm kapılar kapandığında çıkabileceğin tek yerden gidiyorum.
-İzin vermeyeceğimi biliyorsun değil mi?
-İznine ihtiyacım hiç olmadı.
-Evet, her zaman istediğin şeyi yaptın. Ama bu sefer seni affetmeyeceğim eğer buradan gidersen. Kendin gibi beni de yalnız gitmeye mahkum edersen affetmeyeceğim.
-Umurumda değil. Gidiyorum nasıl olsa, ne fark eder?
-Umurumda değillerle gelme bana...
-Hayır, dostum ben gelmiyorum daha çok gidiyorum.
-Kalmadı mı hiçbir şey? Tüm kapılar mı kapandı? Tüm yollar mı tıkandı?
-Tek kapılı tek pencereli bir odadaydım yıllardır. O kapıdan çıkmam gerekirdi yıllar önce. Seninle tanıştığımda o kapı tekrar açılmıştı ve çıkmam gerekirdi. Çıkmadım, çıkamadım. Bir sonraki odada da kapılar kapalıysa tekrar bu odaya döneceğimden korktum. Başladığım yere geri dönmekten korktum. Bu yüzden hiç başlamadım. Ama çıkmam gerekirdi, her insan gibi kapıdan çıkmam gerekirdi. Eğer o zaman çıksaydım bir tane bile olsa kapı açık olurdu. Ve şimdi bir pencereden gitmem gerekmezdi.
-Hala gerekmiyor.
-Hoşça kal can dostum...
Şarkıyı yazarken dinlediğim için paylaştım sadece...

2 Kasım 2013 Cumartesi

Uçurum Kenarı Dialogları 8

-Bağışıklık sistemi nedir biliyor musun?
-Evet, vücudunun sana ait olmayan mikroorganizma ya da diğer bütün her şeye karşı savaş açması bu sayede seni onlardan koruması kurtarması diyebiliriz basitçe.
-Neden sorduğumu merak ediyor musun?
-Evet, sonuçta biyoloji hocam değilsin, sözlü de olmadığıma göre.
-İnsanlar psikolojik olarak da bağışıklık sistemine sahiptirler. Yalancı çoban hikâyesi mesela...
-Orada yalan söylemenin yanlış olduğu anlatılıyor sanıyordum.
-Aksine, orada aynı kişiye aynı yalanı sadece bir ya da iki kere söyleyebileceğin anlatılıyor.
-Birçok çift birbirlerine sürekli yalan söylüyor: seni seviyorum. Çoğu evlilik bu yalanlara rağmen ayakta duruyor. Hala devam ediyor.
-Diyelim ki senin yalan söylediğini fark ettim, eğer bunu sana söylersem sana yalan söylemeyecek kadar dürüst olduğumu göstermiş olurum. Bunu göstermeme rağmen yalan söylediğimi anlarsan arkadaşlığımız biter. Çünkü sana dürüst olmanı söylememe rağmen ben dürüst olmadım.
-Yani… Evlilikler devam ediyor çünkü yalanlar ifşa edilmiyor, yalan söylendiği biliniyor ve yalan söyleyebilmek için yalanın yalan olduğu söylenmiyor.
-Seni seviyorum diyor yalan olsa bile, yalan olduğu anlaşılsa bile yalan olduğu söylenmiyor çünkü yalan söylemek zorunda seni seviyorum diye karşılık verebilmek için.
-Çöken evliliklerde o zaman kadın yalan söylüyor, adam yalan olduğunu anlıyor, eşine kızıyor yalan söylediği için ve eve neden geç geldiği sorulduğunda o da yalan söylüyor ve bum, kadın yalanı anlıyor.
-Ya da kaldırılamayacak kadar büyük bir yalan söylüyor.
-Peki, bağışıklık ne iş?
-Çok basit, vücuda bir kez x mikroorganizması girdiyse vücut ona karşı antikorlarıyla saldırmaya başlıyor. Antikorlar saldırmaya devam ederken, savaş olup biterken savaş alanını 7/24 gözetleyen kameraları izleyenler bu adamı unutmayın diyor. Bir daha gelirse hemen işini bitirin. Yalan söylediği anlaşılan birinin ağzından çıkan her kelime uçağa binecekmiş gibi defalarca aranıyor. Bu adamın yalan söylediğini sakın unutmayın.
-Ve artık o kumarhaneye girmesi imkânsız…
-Aynen öyle, yalan söylediğin birine asla ikinci bir yalan söylememelisin.
-Tabii fark etmediyse onun uçağı patlatacak suikastçı olduğunu. Ama şöyle bir şey var; ben senin suikastçı olduğunu bilmeme rağmen dostunum. Bunu bilmeme rağmen aynı yalanları defalarca söyledin.  Bunu nasıl açıklıyorsun?
-Seni seviyorum yeterli bir cevap mı?

Anime: Kısaca Nedir ve Nasıl Başladım?

Herkeste olduğu gibi benim de hobilerimin yer yer ilginçleşebilen ancak geneli sıkıcı hikayeleri var.  Bunlardan en ilginci ve beni en çok uğraştıranı animeler. “Nasıl başladım?” sorusuyla başlayıp, “Onu bu kadar özel yapan ne?” sorusuyla devam edeceğim.

Hadi bakalım…

İlk izlediğiniz anime nedir diye sorulduğunda hiç şüphesiz herkes Pokémon cevabını verir. Çocukluğumuzda bir çok eğlenceli çizgi film izledik ancak bazıları anlaşılamayan derecede sevildi. Digimon, Heidi, Sailor Moon ve daha nicesi yayınlandı televizyonlarda. Ancak Pokémon’un bizde fırtınalar estirdiği dönemde ben babamın bize aldığı VHS kasetlerde ne varsa onu izliyordum. Gerçi şu an aklımda sadece Asterisk kalmış. Sadece animeler değil tabii, Batıda yapılmış bir çok animasyon ve ya çizgi filmler de vardı televizyonda. Ancak en rahat hatırlayabildiklerim Japon animeleri. Nedeni de bugün hâlâ izliyor olmamızı gösteriyor aslında: Yapımlar arasındaki bariz fark.

Çizgiler üzerinden Batı ile Doğuyu ayıran bir çok etken var; hikayesi ve hikayenin işlenişi, çizim teknikleri, seslendirme, yayınlanma şekilleri, müzikleri gibi. Tabii 8-9 yaşlarındaki bir çocuğun bu farkları görmesini bekleyemezsiniz, önüne ne koysanız izler. Gerçi benim bazı çizgi filmleri izlemem yasaktı, He-Man’i falan zamanında izleyemedim. Ama Flash Gordon’un çizgi filmini falan izlemişliğim var yani.

Benim bu farkları görmem lise dönemine uzanıyor. O zamanlar internet kafeyi pek de oyun amaçlı kullanmıyordum ben. Genelde oturup gezinirdim internette. Yine bir gün böyle gezinirken bir forumda çocukluğumuzda neler vardı diye tartışıldığını gördüm. Bazılarını nedense araştırma ihtiyacı hissettim ve bir de ne göreyim, bizim Heidi diye izlediğimiz çizgi film aslında Japon yapımıymış. (Alps no Shoujo Heidi – 1974) Dahası bir çok film yine öyle Japon yapımı falan. O gün öğle saatinin bitmesini fark etmemle bitiyordu araştırmam. Ancak içime bir kurt düştü artık. Araştırılacak bir derya çıkmıştı karşıma.

Sonraki günler bu şekilde araştırmalarla geçti. Bir süre sonra nereden bulup izleyebilirim diye düşündüm. Çok uzun sürmeden birkaç site bulmuştum. Hatta ilk indirdiğim seri yanlış hatırlamıyorsam “Full Metal Alchemist” idi. .rmvb uzantılı olduğu için bayağı uğraştırmıştı beni. (Sen o kadar indir, eve gel ve çalışmasın). İlk okuduğum manga ise Hellsing’ti.

         Eve internetin gelmesiyle beraber internet kafelerden eve taşınmıştık. Ailem “download için bilgisayarın gece boyu açık kalması” fikrini ilk başlarda benimseyememişti tabii. Ama beni tanıyanlar bu konuda sınır tanımayacağımı bilirler. Ay sonu yüzlerce gigabayt download olması, disklerin dolması ve elimdekileri DVD’lere basmam falan bayağı eğlenceliydi aslında o zamanlar. Şimdi yer sıkıntımız ve internet hız sınırımız olmadığından resmen altın çağdayız, ancak zamanımızın sıkıntısı, izleyecek zaman bulamamamız.

         İlk başlarda ilgiyle izliyordum, türmüş, hikayeymiş falan çok da umrumda değildi ancak her şeyi kategorize etme huyum yine ağır basmıştı ve ben yine araştırmalara koyulmuştum. Shounen, shoujo gibi terimlerle karşılaşıyor, Seiyuu denen sanatçıları öğreniyordum. Hikayelerin mangalardan geldiğini görüyor ve bu sefer de mangaları okumaya başlıyordum. Tam manasıyla işe gömülmüştüm anlayacağınız.

         Artık hayatımın bir parçasıydı onlar. Aynı oyunlar ve kitaplar gibi.

         Animeleri bu kadar seviyor olmamın bir çok sebebi var elbette ama bunlardan en önce geleni, sınırlarının olmaması. Yani aklınıza ne gelirse yapabilirsiniz. Ya bir böceği anlatır ya da galaksileri fırlatan bir robot tasarlarsınız. Tek limit çizerdir anlayacağınız. Sınırların olmaması herkese hitap edecek yapımların çıkmasını da sağlıyor. Şu güne kadar binlerce anime yapılmış. İddia ediyorum ki hiç izlemeyecek birine bile doğru yapımı gösterirsek başına kilitleyebiliriz.

         Hikaye örgüsü ise biraz farklı. Anlatımda Japon tarzı diyorum mesela. Çok farklı anlatıyorlar hikayelerini. Dokundukları noktalar çok farklı; dostluk, söz, ihanet, aile vs. bir çok konuya değiniyorlar. Film ve kitaplarında da öyle, insanı nasıl duygulandıracaklarını, korkutacaklarını falan iyi biliyor bunlar. 2006'nın sonlarında Death Note'un başlamasıyla insanları animeye bağlama amacıyla kullandığımız bir serimiz oldu. Hikaye örgüsünü benim de sevdiğim serilerdendir Death Note. Hakkında biraz okuma yaparsanız ne dediğimi anlarsınız. 

         Müzikler ve seiyuu (seslendirme sanatçısı)’lar ise vazgeçilmezlerimiz. Bir karaktere aşık olur ve onu seslendiren sanatçının diğer karakterlerine göz atarsınız. Mesela benim bayanlar içinde en sevdiğim Rie Kugimiya (FMA’da Alphonse, Gintama’da Kagura vs.):


         Erkeklerde ise Jun Fukuyama (Code Geass’ta Lelouch, Ao no Exorcist’te Yukio):


(Onlara boşuna sanatçı demiyorum) 


         Biraz araştırdıkça daha çok sanatçıyı öğreniyor ve daha da araştırıyorsunuz. Müziklerde ise bir çok sanatçıyı tanıdım. Örnek olarak Yuki Kajiura ve Takanashi Yasuharu’yu verebilirim. Besteciler dışında açılış ve kapanış şarkıları sayesinde bir çok Japon müzik grubunu tanıdım. Şu anda bile playlist'imin çoğunu onlar oluşturuyor. 

Yuki Kajiura'dan "Let the Stars Fall Down"


Takanashi Yasuharu'dan "Natsu no Theme"


 


               
         Sadece vakit geçirmekle kalmıyoruz, bir kültürü yakından tanıyoruz ve popüler kültürün içinde geziniyoruz. Bazılarımız dil bile öğreniyor bu sayede. Bugün bu konu hakkında bir şeyler biliyorsam izlediklerim ve araştırmalarım sayesindedir. Gerçi şöyle de bir durum var, ben ne kadar savunursam savunayım birileri çıkıp hep bunlar boş işlerle uğraşıyor diyecektir. İsteyen istediğini dedi, diyor ve gelecekte de demeye devam edecek. Ben ise "He canım aynen öyle" diyerek izlemeye devam edeceğim, hiç merak etmesinler. 

         Animeler sayesinde bulduğum ve sevdiğim gruplardan biri OreSkaBand, şarkının adı "Going Away". 



1 Kasım 2013 Cuma

Uçurum Dialogları 7

-Duş başlığını kim kırdı?
-Ya sen kırmışsındır ya ben ya da o.
-Ben sen o biz siz onlar... Dalga mı geçiyorsun?
-Hayır evde üç kişiyiz üçümüzden biri kırmıştır.
-Ben kırmadığıma göre ikinizden biri kırdı bunu.
-Ben veya o, cevap düzeltiyor mu?
-Hayır ama duş başlığı nasıl kırılabilir aklım almıyor? Bu kaçıncı?
-Yere düşmüştür, malum ıslak oluyor duş, banyo ortamı. Yere düşünce o hortumuyla birleşme yeri yamulmuştur. E, o yamulunca spiral metal koruması kopmuştur girdiği yerden. Elimi kesti dün banyodayken, baksana, hortumu hayli hayli deler o kırılan uç...
-Yani sen kırdın duş başlığını?
-Bunu geçtiğimizi sanıyordum.
-Hayır, bu kadar iyi açıklama getirince sen kırmışsın gibi geldi.
-Bu mu geldi? Sen böyle bir açıklama yapsan yorumlama kabiliyetine sahip gelirdi bana. Bu şekilde düşünürdüm.
-Sen kırmadın yani?
-Hayır, ben kırmadım. Bir şeye açıklık kavuşturdum diye o şeyi ben yapmış mı oluyorum.
-...
-Newton yer çekimini açıkladı, kanunlarını, nasıl işlediğini falan, her şeyiyle... Yer çekimini o mu yaptı, o mu oluşturdu, hatta bazılarının hoşuna giden tabirle o mu yarattı?
-...
-Bir şeye açıklama getirebiliyorum, bir şeyi anlatabiliyorum, anlayabiliyorum, yorumlayabiliyorum diye o şeyi ben yapmış olmuyorum. Sok bunu kafana.