Herkeste olduğu gibi benim de
hobilerimin yer yer ilginçleşebilen ancak geneli sıkıcı hikayeleri var. Bunlardan en ilginci ve beni en çok
uğraştıranı animeler. “Nasıl başladım?” sorusuyla başlayıp, “Onu bu kadar özel
yapan ne?” sorusuyla devam edeceğim.
Hadi bakalım…
İlk izlediğiniz anime nedir diye
sorulduğunda hiç şüphesiz herkes Pokémon cevabını verir. Çocukluğumuzda bir çok
eğlenceli çizgi film izledik ancak bazıları anlaşılamayan derecede sevildi.
Digimon, Heidi, Sailor Moon ve daha nicesi yayınlandı televizyonlarda. Ancak
Pokémon’un bizde fırtınalar estirdiği dönemde ben babamın bize aldığı VHS
kasetlerde ne varsa onu izliyordum. Gerçi şu an aklımda sadece Asterisk kalmış.
Sadece animeler değil tabii, Batıda yapılmış bir çok animasyon ve ya çizgi
filmler de vardı televizyonda. Ancak en rahat hatırlayabildiklerim Japon
animeleri. Nedeni de bugün hâlâ izliyor olmamızı gösteriyor aslında: Yapımlar
arasındaki bariz fark.
Çizgiler üzerinden Batı ile
Doğuyu ayıran bir çok etken var; hikayesi ve hikayenin işlenişi, çizim
teknikleri, seslendirme, yayınlanma şekilleri, müzikleri gibi. Tabii 8-9
yaşlarındaki bir çocuğun bu farkları görmesini bekleyemezsiniz, önüne ne
koysanız izler. Gerçi benim bazı çizgi filmleri izlemem yasaktı, He-Man’i falan
zamanında izleyemedim. Ama Flash Gordon’un çizgi filmini falan izlemişliğim var
yani.
Benim bu farkları görmem lise
dönemine uzanıyor. O zamanlar internet kafeyi pek de oyun amaçlı kullanmıyordum
ben. Genelde oturup gezinirdim internette. Yine bir gün böyle gezinirken bir
forumda çocukluğumuzda neler vardı diye tartışıldığını gördüm. Bazılarını
nedense araştırma ihtiyacı hissettim ve bir de ne göreyim, bizim Heidi diye
izlediğimiz çizgi film aslında Japon yapımıymış. (Alps no Shoujo Heidi – 1974)
Dahası bir çok film yine öyle Japon yapımı falan. O gün öğle saatinin bitmesini
fark etmemle bitiyordu araştırmam. Ancak içime bir kurt düştü artık. Araştırılacak
bir derya çıkmıştı karşıma.
Sonraki günler bu şekilde
araştırmalarla geçti. Bir süre sonra nereden bulup izleyebilirim diye düşündüm.
Çok uzun sürmeden birkaç site bulmuştum. Hatta ilk indirdiğim seri yanlış
hatırlamıyorsam “Full Metal Alchemist” idi. .rmvb uzantılı olduğu için bayağı
uğraştırmıştı beni. (Sen o kadar indir, eve gel ve çalışmasın). İlk okuduğum
manga ise Hellsing’ti.
Eve
internetin gelmesiyle beraber internet kafelerden eve taşınmıştık. Ailem “download
için bilgisayarın gece boyu açık kalması” fikrini ilk başlarda benimseyememişti
tabii. Ama beni tanıyanlar bu konuda sınır tanımayacağımı bilirler. Ay sonu
yüzlerce gigabayt download olması, disklerin dolması ve elimdekileri DVD’lere
basmam falan bayağı eğlenceliydi aslında o zamanlar. Şimdi yer sıkıntımız ve
internet hız sınırımız olmadığından resmen altın çağdayız, ancak zamanımızın
sıkıntısı, izleyecek zaman bulamamamız.
İlk
başlarda ilgiyle izliyordum, türmüş, hikayeymiş falan çok da umrumda değildi
ancak her şeyi kategorize etme huyum yine ağır basmıştı ve ben yine
araştırmalara koyulmuştum. Shounen, shoujo gibi terimlerle karşılaşıyor, Seiyuu
denen sanatçıları öğreniyordum. Hikayelerin mangalardan geldiğini görüyor ve bu
sefer de mangaları okumaya başlıyordum. Tam manasıyla işe gömülmüştüm
anlayacağınız.
Artık
hayatımın bir parçasıydı onlar. Aynı oyunlar ve kitaplar gibi.
Animeleri
bu kadar seviyor olmamın bir çok sebebi var elbette ama bunlardan en önce
geleni, sınırlarının olmaması. Yani aklınıza ne gelirse yapabilirsiniz. Ya bir
böceği anlatır ya da galaksileri fırlatan bir robot tasarlarsınız. Tek limit
çizerdir anlayacağınız. Sınırların olmaması herkese hitap edecek yapımların
çıkmasını da sağlıyor. Şu güne kadar binlerce anime yapılmış. İddia ediyorum ki
hiç izlemeyecek birine bile doğru yapımı gösterirsek başına kilitleyebiliriz.
Hikaye
örgüsü ise biraz farklı. Anlatımda Japon tarzı diyorum mesela. Çok farklı
anlatıyorlar hikayelerini. Dokundukları noktalar çok farklı; dostluk, söz,
ihanet, aile vs. bir çok konuya değiniyorlar. Film ve kitaplarında da öyle, insanı nasıl duygulandıracaklarını, korkutacaklarını falan iyi biliyor bunlar. 2006'nın sonlarında Death Note'un başlamasıyla insanları animeye bağlama amacıyla kullandığımız bir serimiz oldu. Hikaye örgüsünü benim de sevdiğim serilerdendir Death Note. Hakkında biraz okuma yaparsanız ne dediğimi anlarsınız.
Müzikler
ve seiyuu (seslendirme sanatçısı)’lar ise vazgeçilmezlerimiz. Bir karaktere
aşık olur ve onu seslendiren sanatçının diğer karakterlerine göz atarsınız.
Mesela benim bayanlar içinde en sevdiğim Rie Kugimiya (FMA’da Alphonse,
Gintama’da Kagura vs.):
Erkeklerde ise Jun Fukuyama (Code Geass’ta Lelouch, Ao
no Exorcist’te Yukio):
(Onlara boşuna sanatçı demiyorum)
Biraz araştırdıkça daha çok sanatçıyı öğreniyor ve daha
da araştırıyorsunuz. Müziklerde ise bir çok sanatçıyı tanıdım. Örnek olarak
Yuki Kajiura ve Takanashi Yasuharu’yu verebilirim. Besteciler dışında açılış ve kapanış şarkıları sayesinde bir çok Japon müzik grubunu tanıdım. Şu anda bile playlist'imin çoğunu onlar oluşturuyor.
Yuki Kajiura'dan "Let the Stars Fall Down"
Takanashi Yasuharu'dan "Natsu no Theme"
Sadece vakit geçirmekle
kalmıyoruz, bir kültürü yakından tanıyoruz ve popüler kültürün içinde
geziniyoruz. Bazılarımız dil bile öğreniyor bu sayede. Bugün bu konu hakkında bir şeyler biliyorsam izlediklerim ve araştırmalarım sayesindedir. Gerçi şöyle de bir durum var,
ben ne kadar savunursam savunayım birileri çıkıp hep bunlar boş işlerle
uğraşıyor diyecektir. İsteyen istediğini dedi, diyor ve gelecekte de demeye devam edecek. Ben ise "He canım aynen öyle" diyerek izlemeye devam edeceğim, hiç merak etmesinler.
Animeler sayesinde bulduğum ve sevdiğim gruplardan biri OreSkaBand, şarkının adı "Going Away".
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder