Ufak bir akıntıya kapıldım gidiyorum. Ne hızlı ne de yavaş... Anne tariflerindeki kulak memesi kıvamında. Ne bir çaba ne bir enerji sarfiyatı, hiçbir şey yapmadan akıp gidiyorum, engin bir denizde. Ya da bana öyle geliyor. O kadar küçüğüm ki küçücük olanı bile derya deniz sanıyorum. Pireyi deve yapıyorum. Gözlerimi gökyüzüne dikiyor ve seyre dalıyorum. Bulutlar hareketsiz yine, ya da aynı hızda gidiyoruz, bilmiyorum. Gözlerimi kapatıyorum, açtığımda az önce baktığım bulutlar hep yok olmuş ya da geride kalmış. Kimisi siyah, kimisi beyaz, kimisi de gün batımındaki gibi toz pembe... Ama hepsi gökyüzünde... Yanımda ise... Akıntı bazen suyun içine çekiyor, boğuluyorum; bazen kıyıya vuruyor, yine boğuluyorum. Ne deniz de ne de kıyıda nefes alabiliyorum. Kim veya ne olduğumu hiç bilmiyorum. Bazen öğreniyor, nerede durmam nerede olmam gerektiğini fark ediyorum fakat hep unutuyorum. Balık hafızası gibi işliyor, 6 saniye... 6 saniye sonra yine boğuluyorum. Güneş ve bulutlar arkadaşlık yapıyor arada da ay dede ve yıldızlar. Orkestradaki müzik aletleri gibi vakti geldiğinde çalıyorlar. Ne bir eksik ne bir fazla akıp gidiyorum. İhtiyacım suyu ve besini denizden karşılıyorum ve hep temizim. Temiz olmam gerekir mi onu bile bilmiyorum. Gerek duymuyorum tembellik ediyorum ama yine de kirlenmiyorum. Akıntı üzerimde ne varsa alıp götürüyor. Bir seyyah gibi o kent senin bu liman benim geziyorum ama hiçbirine uğramıyorum. Hepsinde boğuluyorum. Galiba... Galiba yine unuttum... Gün geliyor ölüyorum, ama tekrar canlanıyorum. Öldüğümü de canlandığımı da hatırlıyorum. Ama bir türlü kim olduğumu... Her öldüğümde tadı damağımda kalan lezzetten canlandığımda tekrar tadıyorum. Akıntı nereye giderse ben oraya gidiyorum. O ben oluyor ben o oluyorum. O bensiz olsa da ben onsuz olamıyorum...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder