18 Aralık 2013 Çarşamba

Uçurum Kenarı Dialogları 11

-Buraya gelip durmandan bıktım artık.
-Kafamı kesip camdan aşağı atasım var.
-Peki
-Bu kadar mı?
-Neyin olduğunu, neden bu halde olduğunu, neyin bu düşünceye sebep olduğunu sormasam bile sen anlatacaksın. O yüzden yorulmayayım demiştim ama senin karşındayken ne mümkün yorulmamak.
-İyiydi bak bu, baya kırıcı ve agresif.
-Kafanı keseceksin, bu mu agresif?
-Sözler hareketlerden daha çok can yakıyor. Hedef aldıkları yerler farklı.
-Aslına bakarsan aynı. İkisi de kalbini hedef alıyor ama etin kemiğin buna izin vermiyor ama sözler kulağından kalbine doğru yol alıyor. Orada yankılanıp duruyor. Çoğu zaman da tamamen susmuyor.
-Benim kalbimde tek bir ses yankılanıyor o zaman. Benimki, her defasında daha yüksek çıkıyor sesi, her defasında etrafı yakıp yıkıyor.
-Biliyorum. Kalbine zarar verecek sesleri  bastırsın diye en fazla yankılanan ses seninki.
-Ama hesaplayamadığım bir şey vardı. İnsanın kendi sesi ile karşısındakinin sesinin oluşturduğu hasarın arasında dünyalar kadar farkın olabileceğini hesaplayamadım. Üstelik benimki diğerlerinden daha yüksek çıkıyor.
-Biliyorum dostum. Kimse kırmasın kalbini diye paramparça ediyorsun sürekli. Ufacık parçaları bile un ufak ediyorsun, ortalıkta bir şey göremeyip kırıklara yöneliyorlar çünkü. Bu yüzden sen de sesim daha yüksek çıksın da hasar vermesinler diye, kırıkları kırmasınlar diye daha fazla bağırıp, parçalanmayacak haldeki parçaları bile kırıyorsun.
-Peki ne için? Hangi salak yapar ki böyle bir şeyi sence? Niye yapar ki? Ha, niye yapıyorum bunu?
-Kendine yaşattıklarının en ufak bir parçasını bile yaşatmaktan korkuyorsun karşındakine. Çünkü insan intikam yemini eder ve intikamını alır.
-Benim gibi kendi üzerinde hakimiyeti olmayan insanlar yapar bunu.
-Yanlış düşünüyorsun. "Benim yaptığımı beğenmemişti" diye beğenmediğini söyleyenlerle dolu bu dünya. Bizim düğüne gelmedi diye düğünlere gitmeyenler var. Ne kadar basit değil mi?
-Bunları yapmayan insanlar yokmuş gibi konuşuyorsun.
-Elbet var ama her geçen gün dirençleri kırılıyor. Çünkü yaptığın güzel şeyler karşılığında güzellik bekliyor insan. Bunları hemen almak istiyor. Ama alamayınca iyiliği içten yapmayı bırakıyor. Bu yüzden cennet diye bir yerin var olduğu bildirilmiş bence. İyi şeyler yapanlar insandan göremese bile en sonunda bir iyilik göreceklerinin bilincinde olsun diye. İyilik yap denize at, balık bilmezse halik bilir.
-Denize balıklar yesin diye attığım ekmeklerin balıklar tarafından yenmediğini bilmeme rağmen denize ekmek atmaya nasıl devam edebilirim? Halik'e nasıl hesabını veririm, demez mi bana sen bu balıkların karnını niye doyuramadın diye?
-Bu sorunun cevabı çok basit aslında, son sorunun cevabının ne olduğunun kendin de farkındasın aslında.
-Neymiş?
-Devam etmek. Bir kere attın, yemedi mi? Bir daha at, ekmek sanmamıştır. Bir kere daha attın, yine mi yemedi? Ekmeğin karnını doyuracağını bilmiyordur. Bir kere daha attın, yemedi. Ekmeğin  ne olduğunu bilmiyordur. Bir kere daha attın, hala mı yemiyor? Karnı aç değildir. Bir kere daha at ama sen. Yine yemezse karnının doyması gerektiğini bilmiyordur.
-Asıl sorunuma cevap vermedin. Nasıl devam edeceğim bunu yapmaya?
-En kötüsüne hazırla kendini; karşılık görmeyeceğini bilerek yap.
-Biliyorum zaten bunu hatta tecrübeyle sabit.
-Bilmekle uygulamak arasındaki kalın duvara çarpıp duruyorsun o zaman.
-Nasıl kıracağım o duvarı.
-Bağırmayı bırak, biraz olsun sus.Sesin o kadar gür ki kimseyi duymuyorsun. Yaşı da yakıyorsun kurunun yanında. Kendi sesini bastır, en kötüye hazırla kendini. En kötü bile şu an çektiğin acıdan daha iyidir. Kendin demedin mi zaten kendi sesim daha fazla zarar veriyormuş diye. Sussan kanayanları durduracak belki hiç duyamadığın sesler. Kırıklara yönelenler belki kırmak için değil tamir için gidiyor, hiç izin verdin mi ki?
-Gözlerindeki ateşi görebiliyorum, o ateşi görünce emredilmiyor mu "ATEŞ" diye. Ne yapacağı belli olanı durdurmamak aptallık değil mi?
-Ne yapacağı belli olan mı? Gariban dostum... Ateşi görüyorsun da ateşin nedenini görebiliyor musun? Savaşta olmadığın halde savaş açıyorsun, sana savaş açtığını iddia edip "ATEŞ" diye bağırıp ortalığı ateşe gark ediyorsun. Kafanı kesmene gerek yok artık değil mi?
-Susup devam edeceğim yoluma...

5 Aralık 2013 Perşembe

Yılan ile Sivrisinek

Bir zamanlar iki arkadaş varmış. Ama ne arkadaş? Yedikleri içtikleri ayrı gitmez, ağızlarından çıkanlar farklı çıkmaz, kalpleri hep aynı atarmış. Bazıları onlar için "ruhları aynı anda yaratılmış" dermiş.

29 Kasım 2013 Cuma

Karanlıkta

Dönüp baktı, adımlarını hızlandırdı, karanlığın içinde kayboldu. Yine sessizce... Yine anlamsızca... Ardında çığlıklar, hıçkırıklar, yorgunluğa eklediği sorular bırakarak... Sadece kayboldu.

Sadece kayboldu, "Kaybettim!" diyerek dizlerinin üstüne çöken kalbi umursamazcasına, tanımazcasına... Kırıktı o kalp, paramparça... O an, yağmur bile durmuşken, teselli bulması imkânsızcaydı.

Yanıyordu. Öylece yok oluşa terk edilmişliğine... Ne yapacağını bilmezliğine... Yanıyordu, nefes aldığı her zaman dilimine...

Artık bilmiyordu. Ne istediğini bilmiyordu. Neyden emin olduğunu bilmiyordu. Onu bilmediği kadar, kendisini de bilmiyordu artık. Ardından bakakalmışken gözleri, ruhu onunla birlikte karanlığın içinde kaybolmuştu.

Olan olmuştu işte. Aynı şey, dönüp dolaşıp sarmıştı yine çevresini. Bir özetti bu, her şeyin özeti. Hiçbir şey olmayan her şeyin özeti...

Zihninde tekrarladı:
"Dönüp baktı, adımlarını hızlandırdı, karanlığın içinde kayboldu. Yine sessizce... Yine anlamsızca..."

25 Kasım 2013 Pazartesi

Senden Ayrıysa

Kaçırıyorum gözlerini, çokça kirpikli
Korkmak mümkündür bizim için
Sevmenin her anında

Uykun çok uzak içinde olmayınca
Gündüzleri düşlediğinden
Sarmadığım gündüzlerin uykudaysa

Şu elleri kime atsam ordan bitiyor
Ezberimden utanıyorum tenine
Bir daha ve bir kez daha

Neyi istiyorsam ondan kokuyor
Sevdiğim her şeyde sen az biraz
Yediğim yemediğim, artık buram buram
Çok özlemek kokuyor
Senden ayrıysa.





Nar Kütüğü

Güzelim, ben bugün yazamayacağım belli
Şu dar çerçevelerden gördüğüm
Kargacık burgacık harfleri
Saatlerimi çaylara bölüyorum
Sigaraya katık etmek için
Duymuyorum bana bağırılan sözleri
Ve kaçıyorum insanlarından
Boyum uzunca olsa dahi
Beni üzmesinler diye
Sen iyisi mi beni bahçeme götür
Karşıki yonca tarlasına götür beni
Yabani atların bekleştiği
Nar kütüğüne oturt ellerimden tutup
Koca bir düğün yemeğindeki beşiğim
İki adam eninde küçücük evim
Dedem öldüğünde kestikleri.


23 Kasım 2013 Cumartesi

6 Saniye...

Ufak bir akıntıya kapıldım gidiyorum. Ne hızlı ne de yavaş... Anne tariflerindeki kulak memesi kıvamında. Ne bir çaba ne bir enerji sarfiyatı, hiçbir şey yapmadan akıp gidiyorum, engin bir denizde. Ya da bana öyle geliyor. O kadar küçüğüm ki küçücük olanı bile derya deniz sanıyorum. Pireyi deve yapıyorum. Gözlerimi gökyüzüne dikiyor ve seyre dalıyorum. Bulutlar hareketsiz yine, ya da aynı hızda gidiyoruz, bilmiyorum. Gözlerimi kapatıyorum, açtığımda az önce baktığım bulutlar hep yok olmuş ya da geride kalmış. Kimisi siyah, kimisi beyaz, kimisi de gün batımındaki gibi toz pembe... Ama hepsi gökyüzünde... Yanımda ise... Akıntı bazen suyun içine çekiyor, boğuluyorum; bazen kıyıya vuruyor, yine boğuluyorum. Ne deniz de ne de kıyıda nefes alabiliyorum. Kim veya ne olduğumu hiç bilmiyorum. Bazen öğreniyor, nerede durmam nerede olmam gerektiğini fark ediyorum fakat hep unutuyorum. Balık hafızası gibi işliyor, 6 saniye... 6 saniye sonra yine boğuluyorum. Güneş ve bulutlar arkadaşlık yapıyor arada da ay dede ve yıldızlar. Orkestradaki müzik aletleri gibi vakti geldiğinde çalıyorlar. Ne bir eksik ne bir fazla akıp gidiyorum. İhtiyacım suyu ve besini denizden karşılıyorum ve hep temizim. Temiz olmam gerekir mi onu bile bilmiyorum. Gerek duymuyorum tembellik ediyorum ama yine de kirlenmiyorum. Akıntı üzerimde ne varsa alıp götürüyor. Bir seyyah gibi o kent senin bu liman benim geziyorum ama hiçbirine uğramıyorum. Hepsinde boğuluyorum. Galiba... Galiba yine unuttum... Gün geliyor ölüyorum, ama tekrar canlanıyorum. Öldüğümü de canlandığımı da hatırlıyorum. Ama bir türlü kim olduğumu... Her öldüğümde tadı damağımda kalan lezzetten canlandığımda tekrar tadıyorum. Akıntı nereye giderse ben oraya gidiyorum. O ben oluyor ben o oluyorum. O bensiz olsa da ben onsuz olamıyorum...

19 Kasım 2013 Salı

Uçurum Kenarı Dialogları 10


-Gecenin üçünde niye hala ayaktasın?
-Hiç... Sen niye uyuyamadın?
-Bir şey takıldı kafama.
-Neymiş?
-Oda arkadaşımın, dostumun, sevgilimin, yatağımı paylaştığım kişinin ismini neden bilmiyorum? Sence neden adını söylemedi bana?
-Gerek duymamıştır belki.
-Gerek mi duymamıştır? Benim, ismini bilmeme mi gerek duymamıştır?
-Ali, Ahmet, Mete ne fark eder ki? Sen ona nasıl olsa aşkım, hayatım diye sesleniyorsun. Söylediklerinin ona hitap ettiğini bir şekilde belirtebiliyorsun. Bu yüzden gerek duymamıştır ismini söylemeye.
-Ama bu çok saçma?
-Neresi saçma? İsmini zikretmen yerine hayatım diyerek onu hayatına kattığın için mi saçma? Yoksa aşkım diyerek aşkınızı günün her anında dillendirdiğin için mi?
-Görür görmez aşkım demeye başlamadım ya ben. Tanıştığımız zaman bile söylemedi adını ya da adımı sormadı.
-Sevmek için isime mi ihtiyacın var? Onun ismini öğrenince daha çok mu seveceksin onu? Ya da ne bileyim, Burak değilde Alican olsa daha mı az seveceksin ya da daha çok?
-Hayır tabii ki de...
-O zaman? Kalemi tutarken adını söylüyor musun? Bilgisayarı kullanırken ismini zikrediyor musun? Ne diye bu kadar ihtiyaç duydun ismine, hem de bunca zaman sonra?
-Kalemi kullanan ben olunca ihtiyaç duymuyorum elbet ama birine kalemden bahsederken "kalem" diye bahsetmek zorundayım.
-"Sevgilim" bu tür zamanlar için kullanılan bir kelime...
-Bu kaleme "yazma aracı" demek gibi bir şey. Ayrıca benim ismimi de öğrenmedi ya da bir çaba harcamadı.
-Senden bahsetmek istemiyordur...
-Beraber yaşadığı, yanında yatıp, sabah gözlerini beraber açtığı kadından mı bahsetmek istemiyordur? Bu kadar çok mu utanıyor sence benden?
-Bilmiyorum ama benim bahsetmek istediğim bu değildi.
-Neydi peki?
-Dinlersen eğer... Unutma ki benim sesim senin ki kadar gür çıkmıyor, onu uyandırırsan sen uyandırmış olacaksın.
-Tamam sustum.
-...
-...
-Seni kendine saklıyordur belki de. İsmini başkaları öğrenmesin diye böyle bir fedakarlık yapıyordur. Sevdiği kadının ismini öğrenmekten sırf ağzımdan kaçırırım korkusuyla vazgeçmiştir belki de. Çünkü insan sevdiğinden bahsetmek üzere yaratılmıştır. Çok az kişi sevdiği şeyleri kendine saklayabilmeyi başardığı için sevmeye devam etmiştir.
-Sence sevgisi benden bahsedince yok olacak kadar az mı?
-Hayır, insanların kini, nefreti en büyük sevgiyi yok edebilecek kadar büyük.
-Ölünceye kadar ismini bilmediğim bir adamla mı yaşayacağım?
-Hayır, ismi yerine hayatım dediğin, onu sadece aşkım olarak bildiğin biriyle yaşayacaksın.
-Peki, son bir soru. Sen neden benim ismimi öğrenme ihtiyacı duymuyorsun?
-Gerek duymuyorum çünkü sana seslenmeme gerek yok. Sen yalnızsan konuşmaya başlıyorsun ve ben eşlik ediyorum. Biri geldiğinde de susmam gerektiğini, susmasam bile önceliğin diğerlerinin olduğunu biliyorum.

10 Kasım 2013 Pazar

Sekiz

Bir ayakkabı düşün
Aldırdığım çubuklu şekerler gibi
Ve yenmez onlar,sen dersin.

Sığamam sandım ilk, tam geldi
Annem bayramlık aldı onları bana
Sabahın sekizinde giymek için
Bir başıma oturuyorum
Yine de uyanıyorum hava açınca

Şu dünyada sorsanız iki şey almış cebim
Senin sabah namazlarından
Sevilmemek, onu kime soracağımız belli
Bir de elimden düşmeyen sigara.

Olmamışlık diyemedik sana ama
Bakınca hatırlamak var
Her işin ucu, her sokağın başı
Bu denli dil ucundaysa

Sabah sekiz, ben çıktım sokağıma
Ben yürüdüm denizimde
Külçeler bağlı ayaklarıma

Bu işin başka demesi yok
Bir ikincisi yok, bu yaştan sonra.

Sabah sekiz, ben ayakkabılarımı giydim
Baba, sen neredesin?






9 Kasım 2013 Cumartesi

Uçurum Kenarı Dialogları 9

-Beni burada görmeni istemezdim.
-Hadi in oradan da gidelim buradan.
-Ben zaten gidiyorum kardeşim.
-Beraber gitmeliyiz ama devam etmeliyiz. Sence de böyle yapmamız gerekmez mi?
-Senin gelmen gerekmez. Ben yalnız geldim bu dünyaya ve yalnız gitmeyi düşünüyorum diğer herkes gibi.
-Yalnız geliyor olman, yalnız gidiyor olman hep yalnız olacağın manasına gelmiyor, hadi in şuradan.
-Hayır. Ben gidiyorum kardeşim. Tüm yollar bittiğinde, tüm kapılar kapandığında çıkabileceğin tek yerden gidiyorum.
-İzin vermeyeceğimi biliyorsun değil mi?
-İznine ihtiyacım hiç olmadı.
-Evet, her zaman istediğin şeyi yaptın. Ama bu sefer seni affetmeyeceğim eğer buradan gidersen. Kendin gibi beni de yalnız gitmeye mahkum edersen affetmeyeceğim.
-Umurumda değil. Gidiyorum nasıl olsa, ne fark eder?
-Umurumda değillerle gelme bana...
-Hayır, dostum ben gelmiyorum daha çok gidiyorum.
-Kalmadı mı hiçbir şey? Tüm kapılar mı kapandı? Tüm yollar mı tıkandı?
-Tek kapılı tek pencereli bir odadaydım yıllardır. O kapıdan çıkmam gerekirdi yıllar önce. Seninle tanıştığımda o kapı tekrar açılmıştı ve çıkmam gerekirdi. Çıkmadım, çıkamadım. Bir sonraki odada da kapılar kapalıysa tekrar bu odaya döneceğimden korktum. Başladığım yere geri dönmekten korktum. Bu yüzden hiç başlamadım. Ama çıkmam gerekirdi, her insan gibi kapıdan çıkmam gerekirdi. Eğer o zaman çıksaydım bir tane bile olsa kapı açık olurdu. Ve şimdi bir pencereden gitmem gerekmezdi.
-Hala gerekmiyor.
-Hoşça kal can dostum...
Şarkıyı yazarken dinlediğim için paylaştım sadece...

2 Kasım 2013 Cumartesi

Uçurum Kenarı Dialogları 8

-Bağışıklık sistemi nedir biliyor musun?
-Evet, vücudunun sana ait olmayan mikroorganizma ya da diğer bütün her şeye karşı savaş açması bu sayede seni onlardan koruması kurtarması diyebiliriz basitçe.
-Neden sorduğumu merak ediyor musun?
-Evet, sonuçta biyoloji hocam değilsin, sözlü de olmadığıma göre.
-İnsanlar psikolojik olarak da bağışıklık sistemine sahiptirler. Yalancı çoban hikâyesi mesela...
-Orada yalan söylemenin yanlış olduğu anlatılıyor sanıyordum.
-Aksine, orada aynı kişiye aynı yalanı sadece bir ya da iki kere söyleyebileceğin anlatılıyor.
-Birçok çift birbirlerine sürekli yalan söylüyor: seni seviyorum. Çoğu evlilik bu yalanlara rağmen ayakta duruyor. Hala devam ediyor.
-Diyelim ki senin yalan söylediğini fark ettim, eğer bunu sana söylersem sana yalan söylemeyecek kadar dürüst olduğumu göstermiş olurum. Bunu göstermeme rağmen yalan söylediğimi anlarsan arkadaşlığımız biter. Çünkü sana dürüst olmanı söylememe rağmen ben dürüst olmadım.
-Yani… Evlilikler devam ediyor çünkü yalanlar ifşa edilmiyor, yalan söylendiği biliniyor ve yalan söyleyebilmek için yalanın yalan olduğu söylenmiyor.
-Seni seviyorum diyor yalan olsa bile, yalan olduğu anlaşılsa bile yalan olduğu söylenmiyor çünkü yalan söylemek zorunda seni seviyorum diye karşılık verebilmek için.
-Çöken evliliklerde o zaman kadın yalan söylüyor, adam yalan olduğunu anlıyor, eşine kızıyor yalan söylediği için ve eve neden geç geldiği sorulduğunda o da yalan söylüyor ve bum, kadın yalanı anlıyor.
-Ya da kaldırılamayacak kadar büyük bir yalan söylüyor.
-Peki, bağışıklık ne iş?
-Çok basit, vücuda bir kez x mikroorganizması girdiyse vücut ona karşı antikorlarıyla saldırmaya başlıyor. Antikorlar saldırmaya devam ederken, savaş olup biterken savaş alanını 7/24 gözetleyen kameraları izleyenler bu adamı unutmayın diyor. Bir daha gelirse hemen işini bitirin. Yalan söylediği anlaşılan birinin ağzından çıkan her kelime uçağa binecekmiş gibi defalarca aranıyor. Bu adamın yalan söylediğini sakın unutmayın.
-Ve artık o kumarhaneye girmesi imkânsız…
-Aynen öyle, yalan söylediğin birine asla ikinci bir yalan söylememelisin.
-Tabii fark etmediyse onun uçağı patlatacak suikastçı olduğunu. Ama şöyle bir şey var; ben senin suikastçı olduğunu bilmeme rağmen dostunum. Bunu bilmeme rağmen aynı yalanları defalarca söyledin.  Bunu nasıl açıklıyorsun?
-Seni seviyorum yeterli bir cevap mı?

Anime: Kısaca Nedir ve Nasıl Başladım?

Herkeste olduğu gibi benim de hobilerimin yer yer ilginçleşebilen ancak geneli sıkıcı hikayeleri var.  Bunlardan en ilginci ve beni en çok uğraştıranı animeler. “Nasıl başladım?” sorusuyla başlayıp, “Onu bu kadar özel yapan ne?” sorusuyla devam edeceğim.

Hadi bakalım…

İlk izlediğiniz anime nedir diye sorulduğunda hiç şüphesiz herkes Pokémon cevabını verir. Çocukluğumuzda bir çok eğlenceli çizgi film izledik ancak bazıları anlaşılamayan derecede sevildi. Digimon, Heidi, Sailor Moon ve daha nicesi yayınlandı televizyonlarda. Ancak Pokémon’un bizde fırtınalar estirdiği dönemde ben babamın bize aldığı VHS kasetlerde ne varsa onu izliyordum. Gerçi şu an aklımda sadece Asterisk kalmış. Sadece animeler değil tabii, Batıda yapılmış bir çok animasyon ve ya çizgi filmler de vardı televizyonda. Ancak en rahat hatırlayabildiklerim Japon animeleri. Nedeni de bugün hâlâ izliyor olmamızı gösteriyor aslında: Yapımlar arasındaki bariz fark.

Çizgiler üzerinden Batı ile Doğuyu ayıran bir çok etken var; hikayesi ve hikayenin işlenişi, çizim teknikleri, seslendirme, yayınlanma şekilleri, müzikleri gibi. Tabii 8-9 yaşlarındaki bir çocuğun bu farkları görmesini bekleyemezsiniz, önüne ne koysanız izler. Gerçi benim bazı çizgi filmleri izlemem yasaktı, He-Man’i falan zamanında izleyemedim. Ama Flash Gordon’un çizgi filmini falan izlemişliğim var yani.

Benim bu farkları görmem lise dönemine uzanıyor. O zamanlar internet kafeyi pek de oyun amaçlı kullanmıyordum ben. Genelde oturup gezinirdim internette. Yine bir gün böyle gezinirken bir forumda çocukluğumuzda neler vardı diye tartışıldığını gördüm. Bazılarını nedense araştırma ihtiyacı hissettim ve bir de ne göreyim, bizim Heidi diye izlediğimiz çizgi film aslında Japon yapımıymış. (Alps no Shoujo Heidi – 1974) Dahası bir çok film yine öyle Japon yapımı falan. O gün öğle saatinin bitmesini fark etmemle bitiyordu araştırmam. Ancak içime bir kurt düştü artık. Araştırılacak bir derya çıkmıştı karşıma.

Sonraki günler bu şekilde araştırmalarla geçti. Bir süre sonra nereden bulup izleyebilirim diye düşündüm. Çok uzun sürmeden birkaç site bulmuştum. Hatta ilk indirdiğim seri yanlış hatırlamıyorsam “Full Metal Alchemist” idi. .rmvb uzantılı olduğu için bayağı uğraştırmıştı beni. (Sen o kadar indir, eve gel ve çalışmasın). İlk okuduğum manga ise Hellsing’ti.

         Eve internetin gelmesiyle beraber internet kafelerden eve taşınmıştık. Ailem “download için bilgisayarın gece boyu açık kalması” fikrini ilk başlarda benimseyememişti tabii. Ama beni tanıyanlar bu konuda sınır tanımayacağımı bilirler. Ay sonu yüzlerce gigabayt download olması, disklerin dolması ve elimdekileri DVD’lere basmam falan bayağı eğlenceliydi aslında o zamanlar. Şimdi yer sıkıntımız ve internet hız sınırımız olmadığından resmen altın çağdayız, ancak zamanımızın sıkıntısı, izleyecek zaman bulamamamız.

         İlk başlarda ilgiyle izliyordum, türmüş, hikayeymiş falan çok da umrumda değildi ancak her şeyi kategorize etme huyum yine ağır basmıştı ve ben yine araştırmalara koyulmuştum. Shounen, shoujo gibi terimlerle karşılaşıyor, Seiyuu denen sanatçıları öğreniyordum. Hikayelerin mangalardan geldiğini görüyor ve bu sefer de mangaları okumaya başlıyordum. Tam manasıyla işe gömülmüştüm anlayacağınız.

         Artık hayatımın bir parçasıydı onlar. Aynı oyunlar ve kitaplar gibi.

         Animeleri bu kadar seviyor olmamın bir çok sebebi var elbette ama bunlardan en önce geleni, sınırlarının olmaması. Yani aklınıza ne gelirse yapabilirsiniz. Ya bir böceği anlatır ya da galaksileri fırlatan bir robot tasarlarsınız. Tek limit çizerdir anlayacağınız. Sınırların olmaması herkese hitap edecek yapımların çıkmasını da sağlıyor. Şu güne kadar binlerce anime yapılmış. İddia ediyorum ki hiç izlemeyecek birine bile doğru yapımı gösterirsek başına kilitleyebiliriz.

         Hikaye örgüsü ise biraz farklı. Anlatımda Japon tarzı diyorum mesela. Çok farklı anlatıyorlar hikayelerini. Dokundukları noktalar çok farklı; dostluk, söz, ihanet, aile vs. bir çok konuya değiniyorlar. Film ve kitaplarında da öyle, insanı nasıl duygulandıracaklarını, korkutacaklarını falan iyi biliyor bunlar. 2006'nın sonlarında Death Note'un başlamasıyla insanları animeye bağlama amacıyla kullandığımız bir serimiz oldu. Hikaye örgüsünü benim de sevdiğim serilerdendir Death Note. Hakkında biraz okuma yaparsanız ne dediğimi anlarsınız. 

         Müzikler ve seiyuu (seslendirme sanatçısı)’lar ise vazgeçilmezlerimiz. Bir karaktere aşık olur ve onu seslendiren sanatçının diğer karakterlerine göz atarsınız. Mesela benim bayanlar içinde en sevdiğim Rie Kugimiya (FMA’da Alphonse, Gintama’da Kagura vs.):


         Erkeklerde ise Jun Fukuyama (Code Geass’ta Lelouch, Ao no Exorcist’te Yukio):


(Onlara boşuna sanatçı demiyorum) 


         Biraz araştırdıkça daha çok sanatçıyı öğreniyor ve daha da araştırıyorsunuz. Müziklerde ise bir çok sanatçıyı tanıdım. Örnek olarak Yuki Kajiura ve Takanashi Yasuharu’yu verebilirim. Besteciler dışında açılış ve kapanış şarkıları sayesinde bir çok Japon müzik grubunu tanıdım. Şu anda bile playlist'imin çoğunu onlar oluşturuyor. 

Yuki Kajiura'dan "Let the Stars Fall Down"


Takanashi Yasuharu'dan "Natsu no Theme"


 


               
         Sadece vakit geçirmekle kalmıyoruz, bir kültürü yakından tanıyoruz ve popüler kültürün içinde geziniyoruz. Bazılarımız dil bile öğreniyor bu sayede. Bugün bu konu hakkında bir şeyler biliyorsam izlediklerim ve araştırmalarım sayesindedir. Gerçi şöyle de bir durum var, ben ne kadar savunursam savunayım birileri çıkıp hep bunlar boş işlerle uğraşıyor diyecektir. İsteyen istediğini dedi, diyor ve gelecekte de demeye devam edecek. Ben ise "He canım aynen öyle" diyerek izlemeye devam edeceğim, hiç merak etmesinler. 

         Animeler sayesinde bulduğum ve sevdiğim gruplardan biri OreSkaBand, şarkının adı "Going Away". 



1 Kasım 2013 Cuma

Uçurum Dialogları 7

-Duş başlığını kim kırdı?
-Ya sen kırmışsındır ya ben ya da o.
-Ben sen o biz siz onlar... Dalga mı geçiyorsun?
-Hayır evde üç kişiyiz üçümüzden biri kırmıştır.
-Ben kırmadığıma göre ikinizden biri kırdı bunu.
-Ben veya o, cevap düzeltiyor mu?
-Hayır ama duş başlığı nasıl kırılabilir aklım almıyor? Bu kaçıncı?
-Yere düşmüştür, malum ıslak oluyor duş, banyo ortamı. Yere düşünce o hortumuyla birleşme yeri yamulmuştur. E, o yamulunca spiral metal koruması kopmuştur girdiği yerden. Elimi kesti dün banyodayken, baksana, hortumu hayli hayli deler o kırılan uç...
-Yani sen kırdın duş başlığını?
-Bunu geçtiğimizi sanıyordum.
-Hayır, bu kadar iyi açıklama getirince sen kırmışsın gibi geldi.
-Bu mu geldi? Sen böyle bir açıklama yapsan yorumlama kabiliyetine sahip gelirdi bana. Bu şekilde düşünürdüm.
-Sen kırmadın yani?
-Hayır, ben kırmadım. Bir şeye açıklık kavuşturdum diye o şeyi ben yapmış mı oluyorum.
-...
-Newton yer çekimini açıkladı, kanunlarını, nasıl işlediğini falan, her şeyiyle... Yer çekimini o mu yaptı, o mu oluşturdu, hatta bazılarının hoşuna giden tabirle o mu yarattı?
-...
-Bir şeye açıklama getirebiliyorum, bir şeyi anlatabiliyorum, anlayabiliyorum, yorumlayabiliyorum diye o şeyi ben yapmış olmuyorum. Sok bunu kafana.

27 Ekim 2013 Pazar

Uçurum Kenarı Dialogları 6

-Yetişkinliğe nasıl girilir?
-Yasalara göre 18 yaşını doldurunca reşit oluyorsun ama senin sorduğun bu değil, değil mi?
-Hayır, değil. Ben, kişi yetişkin olduğunu ne zaman hisseder diye soruyorum?
-Hissetmesi gereken bir şey mi yetişkinlik? Böyle 18-20 yaşları civarındaki kişiye insanlar yetişkin gözüyle baktığı, ona yetişkinmişçesine davrandığı için yetişkin olunmuyor mu?
-"Yetişkinmişçesine" işte, anahtar kelime bu. İnsanların beklentisi, evet, bu yönde karşısındaki kişi o yaşlara gelince konuşulan konular bile değişiyor ama kişi toplumdan kendini soyutladığında yetişkin gibi hissedebilir mi?
-Sanki sorunda eksik şeyler varmış gibi.
-24 yaşıma bastım, kendi başıma kaldığımda çocukça davranabiliyorum...
-Bu insanın içindeki çocuk ruhtan kaynaklanmıyor mu?
-Dalga geçiyorsun, işte bu yüzden sana üstü kapalı sorular soruyorum.
-Soruyu görmeden cevaplayamıyorum işte ben de. Sen sorunun üstünü açmaya devam et.
-Bıraksalar boyuma posuma bakmadan 5 yaşındaki çocuğun yapacağı munzurlukları yapardım.
-Tutuyorlar mı ki?
-Sormayacağım neyse boş verelim. Hadi kalk, geç de oldu zaten.
-Bırakmalarına gerek yok, seni tutsalar bile sen çocukça davranıyorsun. Otur şuraya da anlat sessizce dinleyeceğim.
-Bu işi neden seçtiğimi hatırlıyorsun değil mi?
-Her kim istenirse o olabilecektin, kılıktan kılığa girebilecektin, gerçek hayatta taktığın maskeleri göstere göstere yaşayabilecektin.
-Evet, bu yüzden seçmiştim. Ama şu da vardı, cast ajansına başvurmadan önce izlediğim bir filmde 20 küsür yaşlarında insanlar lise öğrencilerini oynuyordu. Bir lise öğrencisinin yaptığı haylazlıkları yapıyorlardı. Film eğlenceliydi, büyümekten korkan bir insan içinse çıkış kapısı.
-Sen 5 sene önce bir lise dizisine girmiştin, girebilmem lazım deyip duruyordun, ama oynadığın rol...
-Evet, oynadığım rol: lisenin en uslu aklı başında, olgun öğrencisiydi.
-Hahahahaha
-Kötü kadınlar gibi gülme.
-Tutamadım affedersin.
-Fıkra gibi gerçi zaten.
-Devam et sorunun üstü tam açılmadı hala. Görebiliyorum ama fikir yürüterek görmek istemiyorum.
-Çevremdeki insanların düşüncelerini duymasam kafamın içinde istediğim gibi, hissettiğim gibi davranırdım.
-Çocuk gibi?
-Aynen öyle. Seni sinirlendirmek için saçlarını çektiğim zamanlara geri dönerdim, oradaki çocuk olurdum yine. Kadınların saçlarının farklı ortamlarda da çekilebildiğini bilmek istemezdim.
-Çocukluğunu bilmesem yeterince yapamadığın için böyle konuşuyorsun diyeceğim ama. 6 yaşlarındaydık, hatırlarsın belki, balkona çıkmıştık, sizin ilk evinizin balkonu, hani panjurları olan, hatırladın mı?
-Evet.
-Belli zaten hatırladığın, sırıtışından da anlaşılabiliyor. Balkona çıkmıştık, beşinci kattan aşağı su dolu balon atmıştık yoldan geçenlere. Her on beş dakikada bir ziller çalıyordu. Bizim balon bombardımanımıza rastlamış sırılsıklam aşağıdan kapıya geliyorlardı.
-Evde yokmuş gibi davranıyorduk.
-O akşamı da hatırlıyorsun ama değil mi?
-Nasıl unutabilirim, yediğim dayağın haddi hesabı yoktu. Annem terlikle babam tokatlarıyla dövmüştü.
-Şamar oğlanına dönmüştün.
-Sizinkilerin haberi yok tabii, ben tüm suçu üstüme almıştım. Hiçbir zaman satmadım seni.
-Kafama kakmana gerek yoktu. Ama bir şey soracağım, tekrar şamar oğlanı olmak mı istiyorsun sen? Hem bu sefer anan baban da dövmeyecek, hiç tanımadığın birinden dayak yiyeceksin.
-Çocukça bir istek değil mi?
-Fazlasıyla...
-Neyi sorguluyorsun o zaman, çocukça kararlar almak istiyorum demedim mi zaten?
-Neden bunu istediğini anlayamayacağım galiba.
-Anlamanı istemiyorum, soruma cevap ver.
-Yetişkin biri nasıl olunur? Bir düşünelim bakalım.
-...
-Sorumluluk...
-Bu kadar mı?
-Ama herhangi bir sorumluluk değil. Kendi hayatındaki sorumluluklarını yerine getirmezsen bundan etkilenen yine sen olursun, cezasını çeken de sen olursun, meyvesini yiyen de... Böyle bir sorumluluktan bahsetmiyorum ben. Bir başkasının sorumluluğundan bahsediyorum. Bir başkasının sorumluluğunu aldığın zaman, eğer yerine getirmezsen etkilenen bir başkası daha olabileceği için umursamamazlık yapamaz ve sorumluluğunu yerine getirirsin. Böylece yetişkin olursun.
-Sence böyle mi yetişkin olunur?
-Evet.
-Peki benim yetişkin olmamda yardımcı olur musun?
-O nasıl olacak?
-Sorumluluğunu almama müsaade et, evlen benimle.
-Ne?
-Duydun beni?
-Senden nefret ediyorum biliyorsun değil mi? Yetişkin nasıl olunurmuş. Buna nasıl cevap vereceğimi biliyordun değil mi?
-Evet, biliyordum.
-Şimdiki cevabımı da biliyorsun değil mi?
-Buraya kadar düşünebildim.
-Çok alçak gönüllüsün. Beni böyle kandırmayacağına, benimle böyle oynamayacağına söz verirsen bu çocuğu eşim olarak kabul ederim.
-Söz...

26 Ekim 2013 Cumartesi

Kelime Sarfiyatı


7 Mart  2013 tarihli bir yazımla selamlaştık:

Kelimeler sarf edildikçe azalır da, anlamlarında bozukluk olur mu? Anlamdaki bozukluk, yanlış sarfiyattan ileri gelmekteymiş gibi, kelimelerimi doğru zannedişime gizlerim.

Sarf edilen kelimelerin kısıtlı anlamında boğulu hislerim. Sarf edilmeyenlerde gizlenen gözyaşınca buğulu gözlerim. Bir nefes... Bir sesteki huzuru özlerim.

Sıfırdan sağa doğru uzaklaşmaktayken zaman, aynı doğrultuda sola giden düşünceler nötründeyim. Sıfırda buluştuğum düşüncelerimle, aslında hiçbir yerdeyim. Onlarla yerimde saydığım rakamlarca cebelleşirim.

Özlerim, izlendikçe gizlerim.
Gizlendikçe izlerim? Gizlendikçe izlerim.

---

Zamanlar öncesinde yazılanlar anlatıyorsa hâlâ hâlimi, büyümemişim demek ki... Hayır, öğrendiğimi zannetmişim ama, yavaş ilerlemişim. "Bir de dönüp bakmış ki, bir arpa boyu yol gitmiş" cümlesi, masal içindeki kadar sevimli olabilseydi belki...

Artık yarım kalıyor cümlelerim. Düğümleniyor bir yerde hislerim. Artık... Yazamıyorum. Anlatamıyorum. Anlayamıyorum çünkü.

Çünkü anlayamıyorum.

Leyla ile Mecnun'un Anısına..

O gemi bir gün gelecek Mecnun !


 Bu gece kendi kendime düşündüm. Tıpkı Mecnun'un yaptığı gibi ''Ne yazmalıyım ?'' Haftalardır düşündüğüm bu sorunun cevabını, izlediğim üç dakikalık bir anlatıda bulabildim. Sadece istediğini yaz diyordu iç sesim. Öyleyse başlıyorum artık bende blogdaki yazım hayatıma.
 Bu gece bir adamın hayal dünyasının ne kadar geniş olabileceğine şahit olduk hepimiz. Seveniyle, sevmeyeniyle belirli bir kitleye sahip bir dizinin sadece üç dakikalık finalini izledik. Kimimiz ağladık kimimiz etkisinden kurtulamadık kimimizse hiçbir şey olmamış gibi kapattı o lanet kutuyu. Tüm diziyi final bölümüne göre kurgulamış olan Burak Aksak muhteşem bir şekilde izleyen herkesi ters köşeye yatırmış ve dizide yaşanılan tüm absürtlüğün sadece Mecnun'un beyninde yaşandığını bize göstermiş oldu... 
 Çeşitli nedenlerden dolayı tamamını izleyemediğimiz finalin özetinde Mecnun'un ilkokuldayken bir kaza geçirip yatağa bağlı kalarak yaşama devam etmesi ve dizideki karakterlerin neredeyse tamamını kendi kafasında kurgulayarak hayal dünyasında yaşamına devam etmiş olduğunu öğreniyoruz.
 Hepimiz en az Mecnun gibi kendi çölümüzde kayboluruz bazen. İşte Leyla ile Mecnun ekibi dizide yaşananların sanıldığı gibi absürt ve gerçeklikten uzak olmadığını bu finalde göstermiş oldular. Yeni dizilerinde de aynı profesyonelliği göreceğimizden eminim.Yayında ve yapımda emeği geçen herkese teşekkürler..








22 Ekim 2013 Salı

Uçurum Kenarı Dialogları 5

-Niye geldin yine buraya?
-Bilmiyorum.
-Bana mı ihtiyacın var yoksa buraya mı?
-Buraya galiba. Burası çok güzel.
-Evet, öyledir. İnsana insan olduğunu hatırlatır burası. Melekler gibi gökyüzünde yaşayabileceğini gösterir burası, bir köpek gibi ölebileceğini de.
-Hayatı hatırlatıyor burası bana. Tek bir yanlış adımda dünyanın dibini boyluyorsun. Az önce bulunduğun tepeden baktığın gökyüzünü göremiyorsun bir daha, içini ısıtan güneş üzerine vurmuyor bir daha, ufukta, belki de hiç ulaşamayacağın yerleri göremiyorsun bir daha. Ne hayal kalıyor geriye, ne hedef... Eskisi gibi de olmuyor, çıkamıyorsun çünkü tekrar aynı yere. Metrelerce düşmüşsün, nefes alamıyorsun, kalbin atmıyor, nasıl tekrar çıkabileceksin ki?
-Bu yüzden mi geliyorsun buraya?
-Evet.
-Emin misin? Sen buraya kendini görmeye geliyorsun. Kendine insan olduğunu hatırlatmak için geliyorsun. Yanlış adımlar atabileceğini, ve o attığın adımlara inatla devam edersen gideceğin yeri görmek için geliyorsun buraya. Senin melekler gibi gökyüzünde yaşayacağını ya da bir köpek gibi bu uçurumun dibinde geberip gideceğini gösteriyor sana. Yaptığın yanlışlardan bu sayede geri dönebiliyorsun.
-Yanlış yapmak mühim değil mi o zaman?
-Mühim değil, yanlış yapmamaya çalıştığın müddetçe mühim değil. Yapmamaya çalışınca...
-Yapmamaya çalışınca farkında oluyorum çünkü ayağımı kaldırdığımı, adımımın ilerisinde ne olduğunu görebiliyorum.
-Aynen öyle.
-Peki, nasıl insan olmalıyım?
-Köpek olmaktan uzak durarak.
-O nasıl olacak peki?
-İnsan olup burası gibi bir yerde yaşamalısın. Buranın dibindeki yerde kendi kanında boğularak yaşamak istemiyorsan adımlarına dikkat etmelisin. İnsansın zaten sen, sadece köpek olmamaya çalışmalısın.
-Sen köpek olmamayı becerdiğin için mi hep buradasın.
-Aksine, ben bir insan olduğum için buradayım.
-Ne farkı var?
-Ben gökyüzünde yaşıyordum ve bir gün yanlış adım attım...

21 Ekim 2013 Pazartesi

Tohum ve Toprak

   Bir varmış, bir yokmuş, çok uzun zamanlar önce, herkesin bildiği, ama aslında bilinmeyen topraklara bir tohum düşmüş. Tek bir tohum. Ancak sığabilirmiş zaten o topraklara. Büyümek istemiş tohum, toprak da onu büyütmek istemiş. Tohumun büyümeye, toprağın tohuma ihtiyacı varmış.

Akşam Çöktü

Yüklenme o bavulu, ellerin bükülüyor
Ellerin, bağırıyorlar benden içeri
Yırtıp geçiyor göz bebeklerimi de
Anlatması çok dertli şimdi
Akşam çöktü.

Hem, oldum olası yakınırsın sırt ağrısından
Bırak olduğu yere kendisi gelsin
Bir beyaz, bir deniz, bir uykusuz alsın
Ben öyle güzel severim ki seni
İstemeye istemeye
Şaşırırsın

Bir vapurun ışıkları gözümü alıyor
Kaşını kirpiğini korusun tanrım
Ben yakamoz sevmem

Caddelerde koşuyor takım elbiseler
Bir meyvelerin tadı çok yakın
Gündüz çayları cehennem
Senli uykular
Kırıyor dalını yalnızlığın
Ben seni öyle severim ağzımın sağ yanı
Bir çocuk gibi, altın saçları dağılan
Ve bir adam, bacağımın açısında beslediğim
Boşuna bırakmadım ayaklarımı, yuvamızda
Uğurlamasaydın bakışlarını
Belki bir tanıdıkla
Bir gün evvelsi

Şaşırırdın.

19 Ekim 2013 Cumartesi

Uçurum Kenarı Dialogları 4

-Hayatımı sonlandıracak olsam vazgeçebileceğim bir yöntemle yapardım bunu.
-Nereden çıktı bu?
-Hiç, aklıma geldi. 
-Nasıl bir yöntemle sonlandırmak isterdin,peki?
-Alnıma silah dayamak mesela. Kontrolün tamamen ben de olduğu bir yöntem. Ya da boğazıma bıçak saplamak. Ya da ne bileyim bu tarz bir şeyle.
-Vazgeçmek istersen vazgeçebileceğin bir şeyle öldürürdün yani?
-Aynen öyle. Dışarıdan kimsenin müdahale etmesini de istemezdim, edebileceği bir yöntem de seçmezdim. Hap içmek, bileklerimi kesmek gibi veya bunları kimsenin beni rahatsız etmeyeceğinden emin olduğumda yapardım.
-Karar vermişken gözlerini, öbür tarafta, ya da mezarının içinde açman gerektiğini düşünürken; bir hastanede açmak istemezdim ben de. 
-Büyük bir şok olurdu benim için. Hayattaki başarısızlıklarımdan dolayı intihar ettiğimi düşünsene, hayatımı sonlandırmakta bile başarısız olmuş bir şekilde gözlerimi açıyorum hayata tekrardan. Ayrı bir intihar sebebi.
-Bir de hastanede açtığında neden intihar etmeye çabaladığını sorup duracak insanlar...
-Başarmış olsan, yani geberip gitmiş olsan böyle bir sorunla karşılaşmazdın. Ailen kendileri çözmeye çalışırdı. "Bu çocuk niye yaptı bunu?" deyip deyip ağlaşırlardı.
-Son sürat hiç sarsılmadan giden sapasağlam bir araba düz yolda niye duvara çarpar? Büyük bir bilmece. Ailene sorabileceğin en gizemli ve çözülmesi imkansız bir bilmece olurdu.
-Bir de hiç tanımadığım insanların hayatını ölümümle mahvetmek istemezdim.
-O nasıl olacak?
-Şehrin ortasında bir apartmandan aşağı atıyorsun kendini, şans eseri apartmanın altından da biri geçiyor.
-Tam on ikiden, adamın üstüne, bilmem kaç km hızla gelirken... 
-Yani benim yüzümden ölüyor ya da sakat kalıyor. Ölmüş olsam bile istemem böyle bir şeye sebep olmak.
-Onu düşünebilecek durumda olacağını sanmıyorum. Beynin kaldırım taşlarının arasını doldururken bunu düşünemez herhalde.
-O kadar yüksetten mi attın aşağı beni? Arabayı bir yere vurarak ya da göle, denize sürerek de denemezdim ölmeyi. 
-Sağlam küfür yerdin. 
-Değil mi? Trafiğin akmasına engel oluyorsun mesela ya da ne bileyim, bir sürü polis gelip senin cesedini arıyor, arabanı çıkartmaya çabalıyor.
-Kötü tercih.
-Ama kesinlikle yapmam dediğim bir tek uçurumdan atlamak olurdu. 
-Tüm kontrolün sende olmamasından ötürü değil mi? Vazgeçmek istesen de vazgaçemediğin bir yol olduğundan ötürü?
-Evet.
-Ben son çare olarak bakıyorum ona.
-Nasıl yani? 
-Yani, yaşamak istese de yaşaması mümkün olmayan birinin yapacağı bir şey. Vazgeçmek istese de vazgeçemeyeceği bir yol. Tamamen boka batmış birinin yapacağı bir şey. Senin hayatını sonlandırma yollarına bakacak olsak tamamen batmadığını gösteriyor. Vazgeçmeni sağlayabilecek bir şeyler olduğuna inanıyorsun. Bu yüzden de deneyecek olsan bile vazgeçebileceğin bir yolla yapmak istiyorsun.
-Yarım saattir konuştuklarımız bu kadar güzel özetlenemezdi?
-Kes dalgayı.
-Neyse, peki sen nasıl bitirirdin hayatını.
-Bekleyerek.
-Nasıl yani?
-Kalbimin durmasını bekleyerek. Ne zaman olacağını bilmeden, bu son atışı mı diye düşünerek. 
-Acı çekerek yani.
-Hayır, yaşayarak.
-Ne zamandır bekliyorsun, peki?

Menekşe

Kim bakacak boy aynalarına, sabah ilk iş
Ben küçük derim ya, kim sevecek gözlerimi
Bir terliği tutturacak ayaklarına
Bulunur mu?
Kar kıyamet üstümü açıp, kendini saran
Şarkılar, güzel şarkılar
Bir karı kocada bulamazsınız onları, otuzbeşlik
Apartman boşluğunda iki âşık,
Pekala bilirlerdi, yan yana yatmayı
Anası laf edecek olmasa.

Gitti mi, evin camı kapısı çağırıyor geri
Masa üstü menekşe arıyor geceleri, gizliden
Zil çalınca bir telaş
Buradayım ne vakittir, bana böyle gülmediler
Bir saat evvel seriyorum eşyalarını
Geldi mi kuruyorlar hemen

On üçümdeydim, sarışındım
Gözlerim yine küçük, yine pek çirkindiler
O her daim güzeldi
Her daim bir yaş büyüktü benden.

Gamzelerine otururdum rüyalarımda, hatırlarım
Boynundan aşağı salardım kendimi  yavaşça
Herkesin başka bir cenneti varsa
Ne var ki söylemeden bir sokaktan saptım
En gençlikti nedensizce gülmelerimiz
Bir yandan yine hasret
Su basmış tarlalara

Seni şu sandalyede düşünmeliyim sevgilim
Sevinmeli narçiçekleri

Yine de tembihle, çaldığım duyulmasın kimseden.

7 Ekim 2013 Pazartesi

Kalemce


Başlangıçtan önce bir boşluk bırakmasını söylediler, kaçıncı boşluğa geldiğini bilemedi suskunluk.
Silmeden önce iyi düşünmesi gerektiğine karar vermesi, silgi tozlarını temizlediği zamana denk geldi.
 
Ucunu tekrar açıp yeniden başladığı zaman, sanki biraz sivrilmişti kağıtlara karşı. Kısa sürdü onların dinlerken çektiği acı. Anlattıkça yumuşayan, yumuşadıkça eriyen kalemdeydi sancı.
 
Son noktayı koymadan önce biraz bekle istersen, dediler. Mürekkebi bitti kalemin. Son noktası olmadı bu hikâyenin.

---

6 Ekim 2013 Pazar

Uçurum Kenarı Dialogları 3

-Napıyorsun?
-Ödümü patlattın. Nereden çıktın sen?
-Ben hep buradaydım, sen sonradan geldin.
-Önce ben, sonra sen kavgası mı yapacağız? Söyle bakalım neden burada bekliyordun?
-Bana en fazla ihtiyaç duyduğun zamanlarda yanında olmuyor muyum?
-Evet, ama...
-"Sana ihtiyacım yok ki?"
-Evet, yok. Hem sen gerçek bile değilsin.
-Gerçek değil miyim? Beni görebiliyorsun, beni duyabiliyorsun, benimle konuşuyorsun ve bana gerçek olmadığımı söylüyorsun, öyle mi?
-Artık gerçekle yalanı karıştırıyorum. Ayırdımını yapamıyorum bu iki sahte şeyin.
-Çocukluğundan beri seninle değil miydim?
-Evet, o zamandan beri hep sana ihtiyaç duyduğum zamanlarda yanımda bittin, belirdin. Onun dışında hiç yanımda olmadın. Sadece sona yaklaştığımı hissettiğimde yanımda oldun.
-Özür dilerim, ama diğer türlü işe yaramazın tekiyim.
-Biliyorum, bu sefer de işe yaramayacaksın. İhtiyacım olmadığı halde geldin çünkü.
-Elindekine bakılırsa, sona yaklaştığını hissetmiyorsun artık, bunun son olduğunu düşünüyorsun.
-Birbirimizi anlayabilmemiz ne kadar güzel bir şey.
-Beni anladığını sanmıyorum.
-Elimdekini bırakmamı istiyorsun değil mi?
-Evet, elde duran tabancalardan nefret ederim, ne yapacakları belli olmuyor.
-Onları tutan ellerden nefret ederim diyemediğin için böyle afilli laflar ediyorsun, korkağın tekisin.
-Senin ellerinde bir tabanca varken nasıl "tabanca tutan ellerden nefret ederim." diyebilirim ki?
-Ben de ne zaman gelecek diyordum, şu romantik laflar.
-Hiçbir zaman hoşuna gitmemişti zaten.
-Beni değersiz hissettiriyor, benden güzel sözler söylemen.
-Elindeki tabancayı bırakacak mısın?
-Konuyu ne de güzel çevirdin. Ellerimden nefret ettiğini söylersen bırakacağım.
-Ellerinden...
-Evet?
-Ellerinden nefret ediyorum, onların tabanca tutmasına neden olan dünyadan nefret ediyorum.
-Ben de nefret ediyorum, bu yüzden tutuyor ellerim, bu yüzden parmağım sonu getirecek mermiyi ateşleyecek tetiğin üzerinde.
-Neden?
-Neden mi? Neden mi nefret ediyorum? Nelerden mi nefret ediyorum?
-Nelerden?
-Tek başıma olmaktan, yapayalnız yaşamaktan...
-Yalnız değilsin ki?
-Değil miyim? Şimdi buradasın diye havalara girme. Elime tabancayı almadan önce burada olmana rağmen sesini çıkartmayan sen mi yanımdasın? Bendeki sana gereksinim duyan parçayı yok etsem, sen de yok olurdun. Farkında değil miyim sanıyorsun? Üçüncü sonda fark ettim, ben olmasam sen olmayacaksın, sırf seni sevdiğim için ben var olmaya devam ettim, senin için. Sen yok olma diye, arada da olsa var ol diye. Bu yüzden katlandım bir çok şeye, tek başıma. Çok sıkıldığımda elime bir jilet alıyordum ve sen geliyordun, boynuma bir ip geçiriyordum sen geliyordun, yüksek bir binanın penceresini açıyordum ve sen geliyordun. Bugün farklı değil mi? Çünkü ben geldim. Elime tabancayı alıncaya kadar o sessiz köşende oturup seyredecektin yine beni. Eğer almasaydım sormayacaktın "napıyorsun?" diye, göstermeyecektin kendini, lanet olası gölgende saklanacaktın her zamanki gibi.
-...
-Ben elimdekini bırakıncaya kadar kaybolmayacaksın biliyorum. Şimdi susman bir şeyi değiştirmiyor yani, istediğin kadar susabilirsin, ama kaybolmayacaksın ben elimdekini bırakıncaya kadar. Gölgene saklanamayacaksın, bir kere gösterdin kendini.
-Kaç mermi koydun silahın içine?
-Bir tane, merak etme seni vurmayacağım. Yapamam zaten böyle bir şey. Gerçi kendimi vurduğumda sen de yok olacaksın ama ben görmeyeceğim. Emin olamayacağım düştüğüm o boşluğun içinde, gölgesinde saklanıyor mu hala; gölgesiyle birlikte yok oldu mu?
-Kendini vurduğunda dünyadaki herkes kaybolmayacak mı zaten?
-Bu nasıl bir hakaret?
-Ne?
-Çok kaba birisisin. Yalnız biri olduğumu biliyorum, yüzüme vurmana gerek yok. Ben öldüğümde herkes yok olacak. Belki cenazem bile olmayacak. Burada sinekler kurtlar saracak vücudumu kokuncaya kadar kimse fark etmeyecek. Kimse için değerim yok biliyorum, ben yok olunca kimse farkına bile varmayacak bu yüzden herkes kaybolacak.
-Elinde tabanca olunca çok alıngan oluyorsun. Ben sadece biri öldüğü zaman dünyadan silinmez, dünya ondan silinir demeye çalışmıştım.
-Buna mı inanıyorsun gerçekten? O zaman seni vurduğumda ben de silineceğim.
-Sadece benim için.
-Ben ölsem de hatırlardım seni.
-Başka neden yok mu eline bu tabancayı almana sebep?
-Yine... Neyse, senin gibi gölgede yaşıyorum ben de. Nasıl beceriyorsun gölgede yaşamayı? Kimse fark etmiyor, ben konuşunca gölgeme loş bir ışık düşüyor ama bu sefer benden iki tane oluyor. Düşünsene benden iki tane. Korkuyorum, kimseye bulaştırmak istemiyorum kendimi ve gölgemden dışarı çıkmıyorum. Nasıl yaşamayı beceriyorsun gölgende?
-İki kere sorduğuna göre gerçekten merak ediyorsun.
-Ben beceremiyorum.
-Sen, sana sahip değilsin çünkü. Ama ben...
-Sırıtma şöyle. Sen niye benim kadar harika değilsin?
-...
-Niye güldün ki bu kadar?
-Harika mı? Beceriksizin tekiyim ben.
-Aksine beni hayatta tutmayı başaracak kadar beceriklisin.
-Sıkılmadın mı benden? Çok uzamadı mı bu sefer?
-Bu sefer son, ikimiz de yok olacağız çünkü bir şekilde.
-Hiç son olmadı, ama?
-Bu sefer farklı.
-Bu sefer beni vuracaksın değil mi?
-Sana ihtiyacım olmadığını söyledim.
-Yani beni vurmayacaksın?
-Hayır ben kimseyi vurmayacağım, çünkü silah benim elimde değil. Sen bana ihtiyaç duydun, ben sana değil. Hiç sen gelmedin, hep ben geldim. Bu sefer de diğerleri gibi, elinde silah olan sensin tıpkı elinde jileti tutanın sen olduğu gibi, boynuna ipi dolayanın sen olduğu gibi. Ama sen bu sefer başaracaksın. Bu sefer yok edeceksin dünyayı. Ben bir aynayım, bir aynaya bakıyor ve bir aynayla konuşuyorsun, aslında aynayla da değil kendinle konuşuyorsun. Kendini kurtarmaya çalışıyorsun. Ama bu sefer gerçekten beceriksizin teki olacaksın. Belki de ben beceremeyeceğim bu sefer.
-Ama ben iki türlü de...

27 Eylül 2013 Cuma

Uçurum Kenarı Dialogları 2

Uçurumun kenarındaydı yine, öyle adlandırıyordu o burayı.  Bir apartmanın yerden 27 kat yüksekteki penceresi... Uçurumun kenarına ilk gelişini hatırlamıştı yine, gerçek bir uçurumdu. Bundan 6 uçurum öncesiydi, dibi gözükmeyen, belki de olmayan, hiçbir sesin yükselmediği, karanlık bir yer. Atlamak için gelmesine rağmen o karanlık, sonsuzluk, yokluk atlamamasını haykırıyordu. Sanki oraya atlarsa hiç dibe ulaşamayacaktı, hep o karanlığın içinde düşecek, düşecek ve düşecekti. Oradaki sessizliğin içinde kaybolacak, dibe ulaşsa bile hiçbir ses çıkmayacaktı. Ölmekten değil de oraya atlamaktan korkmuştu. Ama şimdi dibinde bir sürü karıncanın dolaştığı, bir sürü minyatür arabanın gezindiği uçurum onu cesaretlendiriyordu.

21 Eylül 2013 Cumartesi

Şato


       Acaba bize neyi anlatmayı çalışıyor bu çalışma? 
   
       Çizer belki de hoş bir şato çizmek istedi. Tek başına, heybetli, ulaşılması zor bir şato...

       Ama gerçekten öyle mi? 

       Bütün giriftliği ile ve ulaşılmaz haliyle gördüğümüz o şato biziz bence. Şatonun koridorları aklımız ve kalbimiz. Ve hepsi karma karışık. Ulaşılması zor. Belki doğru yolları kullanırsa bize ulaşılabilir ancak kaçı gerçekten merkeze ulaşabilir? Kaçı fethedebilir bu girift şatoyu acaba? Bir düşünün, kaç kişi çalabildi kalbinizi? Aklınızı? Aşktan falan bahsetmiyorum burada, bir düşünün hele... İki, üç? Gerçekten size dost olanlar gidebildi değil mi içeri? Gelmesinden sakınca duymadıklarınızı misafir ettiniz şatonuzun en güzel odalarında. İstemediklerinizi ise o ince köprülerden döktünüz aşağı. 

       İçimizde saklıyoruz bütün her şeyi. Yalnızca göstermek istediğimiz gösteriyor, tanınmak istediğimiz şeklimizle biliniyoruz. Ama gerçekte tek başımızayız en tepedeki kulede, paylaşamadığımız o çok değerli tahtımızda oturuyoruz. Tahtımızı savunmak için türlü yalanlar uyduruyor, türlü ifadeler takınıyoruz. Ve hatta en önemlisi yalnızlığı yüceltiyoruz. Kendimizi o yalnızlığa düğümlüyoruz sanki hiç çözülemeyecekmişçesine.  
     
       Çok mu karamsar oldu bir kareye bakıp da anlattıklarım. Bu yazıyı okuyup da çok kişi reddedecek bu dediklerimi. Deli saçması bulacaklar anlattıklarımı. Olsun. Çok da önemli değil. Bırakın o kralları kendi hallerine. Ne de olsa kendi başlarına gayet güzel idare ettiler şu ana kadar. Etmeye de devam edecekler değil mi?

Uçurum Kenarı Dialogları 1

-Uzun zaman oldu yazmayalı...
-Ne yazması manyak mısın? Sohbet ediyorduk en son, ne ara gittin kalem kağıt aldın eline?
-Yazmak için gerek var mı kaleme ya da kağıda?
-Kalemle kağıdın aşkından doğan çocuklardı bizim okuduklarımız. Sen onlar olmadan ne okutacaksın bize?
-Hiçbir şey
-Hiçbir şey mi?
-Evet, kimseye bir şey okutmak zorunda değilim. Kendim için yazıp, kendim için okuyacağım, bir başıma güleceğim, bir başıma ağlayacağım... İşte öyle bir yazı yazacağım.
-Sen sadece düşünmekten bahsediyorsun. Hayal kurmaktan, olmayan bir dünya oluşturmaktan...
-Okuduklarında öyle şeyler değil mi?
-Öyle ama eylem de var onlarda. Düşünüp, hayal kurduktan sonra yapılan bir eylem, "yazma" eylemi... Bu eylemi atarak nasıl yazabileceğini düşünebilirsin ki?
-Farklı bir şey deneyeceğim işte. Farklı olacak, hiç yapılmamış bir şey, ilk defa kalemsiz kağıtsız yazacağım.
-Bir saniye, bahsettiğin şeyi sadece sen yazacaksın, sadece sen okuyacaksın, sadece sen gülecek, onun tadına, zevkine sen varacaksın değil mi? İkinci bir kişi olmayacak?
-Evet, sadece ben.
-O zaman bu yaptığın şeyin farklı olduğunu, ilk olduğunu, hiç yapılmadığını nereden biliyorsun? Nasıl bilebilirsin? Eğer kimse bilmeyecekse, kimse dahil olmayacaksa bu eylemsizliğe, kimsenin haberi olmayacaksa daha önceden yapılmış olabilir bu. Kimse de fark etmemiştir, daha doğrusu kimse fark edememiştir. Bu yüzden sen de bilemezsin ilk olduğunu, farklı olduğunu.
-Okuyucu kitlem için ilk olacak ama.
-Okuyucu kitlen mi? Sadece sen okuyacaksın sanıyordum.
-...
-Ha, anladım, senin için ilk olacak?
-Evet.
-Söz uçar, yazı kalır.
-"Tekrar okumak isterse "okuyucu kitlen"" diyorsun, yani?
-Evet, öyle diyorum.
-Yazılmayan bir yazı için "okumak" pek doğru olmuyor galiba. O yüzden "tekrar okumak" yerine "hatırlamak" diyebiliriz. Bunu dersek senin soruna gerek bile kalmaz.
-...
-Hatta bazıları benim yaptığım bu eylemsizliğe "yaşam" diyor.

"İntiharı düşündüğü her zaman, "yazdığı" bu yazıyı "tekrar okuyordu". "Okuyucu kitlesinin" sadece kendisi olan bir kitabı daha bitirdiği için hissettiği mutluluk, intihar etmesine sebep olacak tüm o kötü düşüncelere ağır basıyor, onları silip süpürüyordu. Böylece yeni bir yazı "yazmak" üzere bu "eylemsizliğe" devam ediyordu."

7 Eylül 2013 Cumartesi

Sen 11-12

Sen hayatından vazgeçmişken beni bulabilmek, benimle karşılaşabilmek için, ben acımla birlikte yaşadım. Yaşamak zorundaydım. Kızma bana ne olur? Sınav tarihi yaklaştığı için hastaneye yakın oturan bir arkadaşımın evinde kaldım ve ders çalıştık beraber. Bu yüzden günlerce seni beni aramaya mahkum ettim, bu saçma neden yüzünden yokluğumla her gün acı çektirdim sana. Ben galiba senin yaptığını yapamayacak korkaktım. Sen bir damla suyu seçmiştin çay kaşığında duran, ben ise yaşamayı. İkimiz de ikisini birden yürütemedik. Şimdi sınava girmek üzereler, sınava girmezsem benim ders çalışmalarım, hani senin buraya gelmene neden olan ders çalışmalarım boşa gitmiş olacak. Buna inanıyorum ki sen de izin vermezdin, izin de vermedin.  Sana söylerken yazıyorum bunları, belki duyarsın diye, duymazsan diye de yazıyorum. Sınavım olduğunu söylediğimde elin yukarı-ileri doğru bir hareket yaptı, git der gibiydin. Belki refleksti bu. Ama beni duyduğuna, beni hissettiğine eminim. Göğsüne kafamı dayadığımda uyuyup kalmışım. Rüyamda göğüs kafesimin içinde bir alev topu duruyordu. Kocaman, benim olamayacak kadar kocaman. Mavi bir alev. Sen de vardın ve sen de maviydin. Gözlerini açtığında yanında olmak, elini tutar vaziyette seni aşık olduğun gülümsemeyle karşılamak isterdim. Ama sınav başlamak üzere, ben dönesiye kadar bir yere kaybolma. Kaç gün oldu ismimi söylemeyi unuttum. Terbiyesiz bir insanım bu konuda, insanlarla rahatça konuşabiliyorum ama adımı söylemeye gerek duymuyorum, karşımdaki sormadığı sürece. Sen ne düşündün bilmiyorum ama... Belki şimdi saçmalıklar yüzünden mi bulamadım seni diyorsundur. Bak yine aynı şeyi yapıyorum. Kaptırdım mı... Tekrar unutmadan: Ben İlmira.

1 Eylül 2013 Pazar

Şikayetler..


    Çay demledim kendime. Güzel de olmuş hem. Balkondaki köşeme kurulup kulaklıklarımı taktım sakin bir şeyler dinleyeyim diye her zaman yaptığım gibi. Ancak bir sorunum var. Yıldızlar eksik gökyüzünde. Hem de hiç. Simsiyah ve bomboş gökyüzü... Gerçi bir milyondan biraz daha fazlası yaşıyor bu şehirde. Çevreyi mahvettiğimiz gibi, kendimizi geceleri aydınlatalım diye gökyüzünü bile kirletiyoruz kendimi ışığımızla. 

     Halbuki temmuz başında gittiğim tatil beldesinde gökyüzü şuna benziyordu.


 Güzel değil mi?

  Bence tek kelimeyle muhteşem. 

  Ancak yalnızca bir gece yakalayabilmiş olmam üzüyor beni. Kim bilir bir daha ne zaman giderim öyle bir yere ve yakalarım böyle bir anı tekrardan? 


     Şehirde yaşamak istemiyorum sırf bu yüzden. Geceleri hiç zevk vermiyor insana. 

     Ben de oturdum bilgisayarın başına, gece fotoğraflarına bakıyorum ama yok, olmuyor. 

     O geceyi tekrar yaşayabilmek için tekrar gitmek lazım oralara. 

    
     Neyse ki hava esmeye başladı şimdi. Gündüz vakti su gibi olmuştum terden. Klima yok mu olm sizin evde dersen, klimanın verdiği serinlik hissini sevmiyorum derim. Sevmediğimden tere katlanıyorum işte. Mesela yayladaki yaz geceleri böyle değil. Daha bir güzel oluyor. Hafif bir üşüme hissi, sıcak sıcak gelen çay, kahve vs. 

    O zaman dinleniyorsun işte. Hem bedenen hem de zihnen. Bedenen dinlenmiş olsam da zihnen daha dinlenemediğimden okullar tatile gireri beri, o dinginliği arar oldum deli gibi.

    Neyse ki bu yaz şikayet etmemeyi öğrendim. (En sonunda!) O yüzden susuyorum şimdilik. Bugün günlerden pazar, 3 günlük tatilin son günü. Ondan sonra son bir haftam daha var çalışmam gereken. Ondan sonra iki haftalığına özgürüm. Sonrasındaysa devam zorunluluğu olan bir okul var. 

    Susacaktım yine uzadı son paragrafla. Neyse efenim, uzunca bir süredir yoktum buralarda, bir şeyler yazayım dedim, her şeyi havada bırakıp kaçıyorum yine. Size iyi geceler. 

    Gitmeden önce size hediyem olsun bu da...